İnsan sağlığına zararlı bir üretim faaliyeti sürdüren bir şirkete karşı verilen hukuk savaşımına ilişkin gerçek bir vakayı temel alan Karanlık Sular (Dark Waters) adlı filmi ön plana çıkardığım geçen haftaki yazımın en sonunda haftanın dikkate değer bir diğer filminin Annelerimiz (Nuestras madres, 2019) olduğunu not etmiştim. Bu haftaki yazıma ise Annelerimiz ile başlamak istiyorum.
Guatemala'da askeri diktatörlük yıllarında "kaybolanların" akıbetlerinin günümüzde araştırılması hakkındaki Annelerimiz, geçen yıl Cannes Film Festivali’nde yönetmeni Cesar Diaz’a ilk uzun metraj sinema filmini çekmiş yönetmenlerin filmleri arasından en iyisi seçilenin yönetmenine verilen Altın Kamera ödülünü kazandırmıştı. Diaz, Guatemalalı bir sinemacı ve film Guatemala’da çekilmiş olmakla birlikte yapımcısı Belçikalı olduğu için bu yıl Belçika’nın Oscar adayıydı.
Annelerimiz’in baş karakteri, toplu mezarlarda bulunan iskeletlerin kimliklerinin saptanmasında çalışan Ernesto adlı genç bir uzman. Kendi babası da o dönemde “kaybolmuş” bir gerilla lideri olan Ernesto’nun bu görevi yürütmesinde böylesine kişisel bir motivasyonu da var. Köyleri yakınında toplu bir mezar bulunduğunu ihbar eden bir köylü kadının, o yörede faaliyet göstermiş gerillaların liderleri arasında babasını da teşhis etmesinin ardından babasının en azından kemiklerini bulabilme konusunda Ernesto’nun umutları canlanır... Ancak genç adam, diktatörlük yıllarında babasının kaybının yanı sıra ailesinin başına gelenlerin bilmediği, öngörmediği diğer yönleri de olduğunu öğrenecektir bir başka vesileyle.
Süresi zaten yalnızca 78 dakika olan film, belki uzun metraj yerine yarım saat-40 dakikalık kısa/orta metraj bir film olarak çekilseydi o formatın başyapıtları arasına girebilirdi. Ancak yine de Annelerimiz, ana gövdesi itibariyle bir süre 'akmayan' bir hava verse de son çeyreğinde beklenmedik şekilde balyoz etkisi yapıyor ve diktatörlüklerin insanlık dışı vahşetini iliklerinize kadar hissetmenizi sağlıyor. Ayrıca Ernesto’nun ailesinin siyasi kimliği fırça darbeleriyle ama tereddütsüz biçimde aktarıldığından bu vahşetin kimlere karşı, dolayısıyla hangi saikle gerçekleştirilmiş olduğu da duyumsatılıyor. Annelerimiz’in en duyarlı yönü, bu vahşetin hedefi olmuş olanlara ‘acıma’ değil, sevgi ve saygı duyma yöneliminde olması.
Bu arada filmde örneğin annenin oğluna söylediği bir şarkının çevirisi Türkçe altyazılarda verilirken, annenin dostlarının onun doğum gününde söyledikleri marşın çevirisi yapılmamış: sözkonusu marş, Komünist Enternasyonel!...
Annelerimiz ‘Başka Sinema’ zinciri üzerinden toplam 13 salonda günde birkaç seansta gösterime çıktığı ilk haftasında yalnızca 763 (yazıyla: yedi yüz altmış üç) seyirci tarafından izlenmiş. Bu hafta ise dört salonda günde birer-ikişer seansta halen gösterimde.
Küçük Kadınlar ve The Gentlemen
Haftanın yeni filmleri arasında 19. yüzyıl popüler edebiyatının kitlesel düzeyde tanınırlığını günümüze dek korumuş ‘klasiklerinden’ Küçük Kadınlar’ın (Little Women) aynı adlı, yeni bir uyarlaması yer alıyor. Bu uyarlamanın sinemaseverler nezdinde en azından kağıt üzerinde dikkate değer yönü, sinema kariyerinin başlangıcında sevilen genç bir oyuncuyken ilerleyen yıllarda önce senarist, sonra yönetmen olarak da övgü toplayan Greta Gerwig’in yazıp yönettiği yeni film oluşu. Küçük Kadınlar romanının başkarakteri Jo, Gerwig’in imzasını taşıyan filmlerdeki bağımsız ruhlu, başına buyruk ve sosyal çevreleri içinde biraz aykırı olan kadın karakterlerin 19. yüzyıl bağlamındaki öncüllerinden sayılabilir. Ancak Gerwig bu romanı uyarlarken günümüze dair de geçerli olan vurgular serpiştirmekle birlikte anlatının ana yapısına sadık kaldığından kanımca ortaya özgün değil, esasen bir hayli ‘Hollywood-vari’ bir iş çıkarmış. Son tahlilde, evlenmekte gönülsüz olan genç bir kadının önce pişmanlık ve nihayet kendisi için ‘doğru erkeğin’ kim olduğunun ayırdına vardıktan sonra ‘doğru yola’ gelmesinin (“yuva kurmasının”) öyküsü bu... Bu arada Gerwig’in uyarlamasında romandan tuhaf biçimde farklılaştığı nokta ise romanda bu erkeğin Jo’dan yaşça büyük ve Alman asıllı, filmde ise Jo ile aynı kuşaktan, yakışıklı ve de Fransız olması!...
Bu haftanın bir diğer filmi ise Guy Ritchie’nin The Gentlemen’i. Sahip olduğu büyük ölçekli “marijuana” üretim ve dağıtım ağını elden çıkararak emekli olmayı amaçlayan bir suç örgütü liderinin başına örülmek istenen çoraplarla başa çıkmasını konu alan film, zekice örülmüş mizahi bir dokuya sahip, eğlenceli bir seyirlik. The Gentlemen’da irili ufaklı tüm rollerdeki oyunculuk performanslarının hiçbirinin bu yılki Oscar adaylarından en azından aşağı kalır olmadığını da ekleyeyim.