Tam 13 filmin vizyona girdiği bu hafta, Türkiye’de belki tüm zamanların değil ama muhtemelen en azından son 25 yıl içinde en çok filmin vizyona girdiği hafta olarak bu açıdan bir rekorun kırıldığı hafta oldu. Böylesine bir “film enflasyonunun” yaşandığı haftanın en dikkate değer filmi ise, yalnızca haftanın değil yılın en önemli filmlerinden biri olan Sessizliğin Bakışı (The Look of Silence, 2014) adlı belgesel. ‘Başka Sinema’ zinciri üzerinden sınırlı ölçekte gösterime giren Sessizliğin Bakışı, geçen yıl Jüri Özel Ödülü ile eleştirmenler ödülünü kazandığı Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmış, ülkemizde ise izleyici karşısına ilk olarak bu yılki !f Bağımsız Filmler Festivali’nde çıkmıştı.
1960’larda Endonezya’da komünistlere karşı gerçekleştirilen toplu katliamların kurbanlarından birinin kardeşinin, ağabeyinin cezasız kalmış katilleriyle yüzleşmesini belgeleyen Sessizliğin Bakışı, Danimarkalı belgeselci Joshua Oppenheimer’in katillere odaklanan önceki belgeseli Öldürme Eylemi’nin (The Act of Killing, 2012) devamı niteliğinde. Öldürme Eylemi hem çok çarpıcı, hem de yönetmenin katillerin bazılarında ortaya çıkardığı vicdan azabının onlarla empati kurulmasına yol verip vermediği üzerinden çok tartışmalı bir belgeseldi. Sessizliğin Bakışı ise bu açıdan çok daha net bir film. Bunun sebebi ise her iki filmde de söyleşi yapılan kişilerin çoğunluğunu cezasız kalmış katiller oluştursa da ilk filmdeki söyleşileri Endonezya’da yaşanmış insanlık suçuna dışarıdan bir gözlemci konumunda kalan Oppenheimer’in, bu filmde ise bizzat mağdur taraftan bir bireyin gerçekleştirmiş olması gibi görünüyor. Nitekim, Sessizliğin Bakışı’nda daha önce Öldürme Eylemi için de kendisiyle görüşülmüş olan bir katil bu kez “sen Josh’un [Oppenheimer] sorularından daha derin sorular soruyorsun” diyerek rahatsızlığını açığa vuruyor. Gerçekten de şahsen Öldürme Eylemi’ni izlerken yer yer katillerin yönetmeni manipüle etmeye yöneldiğini, belgeselde iplerin zaman zaman katillerin eline geçmeye yaklaştığını hissederek tedirgin olmuştum; Oppenheimer katilleri açıksözlü olmaya ve böylece suçlarını itiraf etmeye teşvik edebilmek uğruna onlarla kurduğu yakınlık içinde biraz ’fazla’ yakınlaşmış gibiydi, her ne kadar Öldürme Eylemi dünya kamuoyunun bilmediği ve/veya unuttuğu bu vahşeti bu sayede inanılmaz derecede çarpıcı biçimde geriye dönük olarak belgelemeyi başarmış olsa da. Sessizliğin Bakışı’nda ise soruları soran özne dışarıdan değil içeriden bir özne olduğundan söyleşiler bir sorgulama niteliği kazanıyorlar ve bu sayede öne çıkarak izleyicinin belleğinde kalan, gerçekleştirmiş oldukları vahşetin kendi üzerlerindeki travmasını açığa vuran katiller imgesinden ziyade, kendilerinden hesap sorulmasına kesinlikle yanaşmayan ve bu risk karşısında tekrar diş gösteren katiller imgesi oluyor.
Kuşkusuz katillerin her iki filmde de açığa vurulan nispeten farklı yüzlerinin, karmaşık bir gerçekliğin farklı yönleri olduğu düşünülebilir ancak tek başına ele alındığında Öldürme Eylemi teşhir ettiği tüm vahşete karşın sorunlu bir çalışma iken Sessizliğin Bakışı ile her şey daha bir yerine oturuyor, rayına giriyor. Üstelik yalnızca katillerin hesap vermeye yanaşmaktan uzak oluşları açısından değil, komünist kırımının nasıl İslamcı motivasyonlarla da provoke edilmiş oluşundan tutun da, kurbanların ailelerinin nasıl bir yoksulluk içinde yaşarken katillerin bazılarının ise işledikleri cinayetler dolayısıyla nasıl ödüllendirilerek refaha kavuşmuş olmalarına kadar “büyük resme” dair pek çok ipucu sunması açısından da.
Kanlı Postal
1980’lerin ilk yarısında Diyarbakır Cezaevinde yaşananları konu alan Kanlı Postal ise dünyanın öteki ucunda değil doğrudan kendi ülkemizde yaşanmış insanlık suçlarını perdeye getirmesi açısından söz edilmesi gereken bir film. Kanlı Postal, neredeyse ‘dramatize belgesel’ denilebilecek bir tarza yakın bir çalışma ancak bu açıdan yetkin bir sinema diline, anlatımına sahip olduğunu söylemek ne yazık ki olanaksız. Örneğin oyunculuk performanslarının bazılarının olması gereken düzeyden çok uzak oluşuyla malul olan Kanlı Postal’ı belki de sinema sanatının da, zanaatinin de kriterleriyle değerlendirmeye hiç girişmemek, yaşanmış büyük bir vahşete karşı bu vahşeti artık temsil etme ihtiyacının yakıcı biçimde yaşanıyor oluşunun tezahürü olarak tespit etmeye ve anlamlandırmaya odaklanmak, “bütün bunlar oldu!, bütün bunlar yaşandı!” diyen bir haykırış olarak duyumsamak gerek.