Geçen hafta bu köşedeki yazımda 39. İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma filmlerinden o güne dek gösterimi gerçekleştirilmiş olanların toplu değerlendirmesini sunmuştum. Gösterimi geçen cumartesi akşamı gerçekleşen -ve sonuçta En İyi Film seçilen- Aşk, Büyü, vs.’in değerlendirmesi ise bu haftaya kalmak durumundaydı.
Yerli sinemamızda son yirmi yılın en dikkate değer yönetmenleri arasında yer alan Ümit Ünal’ın yazıp yönettiği Aşk, Büyü, vs. bir lezbiyen aşk filmi ve homofobinin ülkemizde köpürtülmekte olduğu, bu doğrultuda LGBTİ+’nin özellikle görsel kültür-sanat ürünlerinden kazınması için iktidarın hırs yaptığının anlaşıldığı günümüz konjonktüründe sınırlı ölçekte de olsa izleyiciyle buluşabilmesi “ilaç gibi” gelen bir film.
Aşk, Büyü, vs.’nin konusu “zengin kız ve fakir oğlan” arasındaki büyük bir aşkın, zengin aile tarafından engellenmeye çalışıldığı kimi Yeşilçam melodramlarını anımsatan bir arka plana sahip ancak bu kez sınıfsal farklılığın ötesinde sözkonusu aşkın eşcinsel bir aşk oluşu da genç sevgilileri zengin ailenin hoyratça ayırmasını tetiklemiştir. Film, zengin aileden gelen Eren’in, çocukluk aşkı Reyhan’ı 20 yıl sonra arayıp bulmasıyla açılıyor. Bu karşılaşmada ortaya çıkan gerçek, homofobik ailenin zorbalığının Reyhan’ın yaşamını çok daha fazla zorlaştırmış olduğudur ve böylece Aşk, Büyü, vs.’in anlatısı başlangıçta bir süre bu sınıfsal vurgu ekseninde ilerliyor, ‘aşk, engel tanımaz’ minvaline daha sonra yöneliyor.
Bu arada Eren’in yıllar sonra Reyhan’a geri dönmesinin Reyhan’ın gençliğinde Eren’den ayrı düşürüldükten sonra çaresizlikten yaptırdığı bir büyüden kaynaklanıp kaynaklanmadığı sorusu muzip bir muallaklık içinde film boyunca her iki karakteri de meşgul ediyor; senaryonun en özgün ve en yaratıcı yönü bu motifin ustaca anlatıya boydan boya yedirilmesi.
Öte yandan, böyle bir filme, üstelik günümüzün böylesi bir konjonktüründe çekince dile getirmek kolay olmasa da, kendi adıma Aşk, Büyü, vs., Selvi Boylum Al Yazmalım yönelimine girmiş olsaydı çok daha unutulmaz bir film olurdu diye düşündüğümü not etmeden edemeyeceğim.
Ulusal Yarışma filmleri değerlendirmem içinde gösterim tarihi nedeniyle bu haftaya kalan bir diğer film ise, Özkan Yılmaz’ın ilk yönetmenlik çalışması olan Soluk. Ölümcül bir hastalığa yakalanmış orta yaşlı bir adamla gönüllü olarak ilgilenen genç bir kadın ve hasta adamın son günlerinde tutulan profesyönel bir bakıcının bu süreçte yollarının kesişmesini perdeye getiren Soluk, etkileyici bir ‘ilk film’. Filmin meramı biraz bulanık olsa da, bir durum, bir kesit betimlemesi olarak başarılı bir çalışma ortaya koymuş Özkan Yılmaz.
Festivalin kısaları
En İyi Kısa Film seçilen Siyah Güneş, Locarno Film Festivali’nde de En İyi Uluslarası Kısa Film ödülünü kazanmıştı. Arda Çiltepe’nin 16 mm. olarak çektiği film, bir cenazeye gitmekte olan genç bir adamın gece yolculuğunu perdeye getiriyor ve her açıdan yapım kalitesi çok yüksek bir çalışma. Ancak kısa film yarışmasındaki şahsi favorilerim, İzmir’de meçhul bir aşka dair sokak yazılarının izini süren sıra dışı belgesel Cemile Sezgin (y.: Aylin Kuryel ve Raşel Meseri); öğrenimlerini tamamladıkları halde işsiz olan iki genç kadının iç sıkıntılarını yansıtan Büyük İstanbul Depresyonu (y.: Zeynep Dilan Süren) ve Kürtçe çekilmiş, yoksul bir aile babasının açmazlarını aktaran Yağmur Olup Şehre Düşüyorum’du (y.: Kasım Ördek). Sanal gerçeklik oyunlarının gerçek yaşamdaki bazı saklı gerçekleri ele verebilmesine dair eğlenceli bir öykü sunan Free Fun (y.: Fehmi Öztürk) ile iki çocuğun kendilerinden yaşça büyüklerle naif bir inatlaşma sonucu giriştikleri balık tutma çabaları sonucu yaşadıkları yüzleşmeyi perdeye getiren ve mansiyon ödülü kazanan Ahtapot (y.: Engin Erden) ise yarışmadaki diğer dikkate değer filmlerdi.