Hristiyanlığın doğuşunu kurmaca karakterlerin ön planda olduğu ancak bizzat İsa’nın da yeraldığı bir öykü üzerinden aktaran ve 19’uncu yüzyıl Amerikan edebiyatının en çok satan romanı olan Ben-Hur (1880); sessiz sinema döneminden beri bir çok kez beyaz perdeye uyarlanmış durumda. Romanın ilk uzun metraj uyarlaması, sessiz sinema döneminin en pahalı yapımıydı. Keza bugün Hollywood klasikleri arasında sayılan uyarlama 1959 tarihli da o tarihe dek çekilmiş en yüksek bütçeli film olacak ve 11 dalda Oscar kazanarak bu alanda bir rekor kıracaktı. Üç hafta rötarla dün ülkemizde de vizyona giren en yeni uyarlama ise ABD başta olmak üzere dünya gişelerinde tam anlamıyla çökmüş durumda: filmin tüm dünyada şu ana dek toplayabildiği hasılatın, bütçesinin yarısını ancak karşılayabildiği kaydediliyor. Bu durumun, günümüz Amerikan ve diğer Batılı izleyicilerin Hristiyanlığın doğuşuyla artık pek ilgilenmediğinin ve bu konunun “modasının geçtiğinin” bir göstergesi mi olduğu, yoksa filmin diğer bir vaadi olan tarihsel aksiyon seyirliği sunma konusunda tatmin edici olamamasıyla açıklanması gerektiği tartışılabilir.
2000 yıl öncesinin Roma İmparatorluğu’na bağlı Kudüs’ünde zengin bir Yahudi olan Ben-Hur ile Romalı üvey kardeşi Messala, aralarındaki munis rekabete karşın birbirlerine sevgi ile bağlıdırlar. Ancak olayların seyri onları ayıracak ve karşı karşıya getirecektir. Messala, Roma ordusuna katılarak komutan olur. Bir gün, Ben-Hur’un malikanesine sığınmış yaralı bir Yahudi direnişçi Romalı bir yöneticiye suikast teşebbüsünde bulununca Ben-Hur’un malına mülküne el konulur ve kendisi de köle olarak savaş gemilerinde kürek çekmek üzere gönderilir. Bir deniz muharebesi esnasında kaçmayı başaran Ben-Hur, Kudüs’e döner ve arenadaki atlı araba yarışlarında Messalina’ya rakip olur. Yeni Ben-Hur’un senaristleri kendilerince barış, kardeşlik, uzlaşma mesajı veren bir film ortaya koymaya çalışmışlar, öyle ki film kaynak romandan ve klasik uyarlamadan farklı olarak “kardeş kavgasına son” ekseninde bağlanıyor.
Ben-Hur’un tüm bu süreç boyunca karakterindeki veya olaylar karşısındaki tutumundaki değişimler ilginç bir seyir izliyor. Başlarda, yani zengin, hali vakti yerinde bir Yahudi iken, Roma hakimiyetine karşı şiddet yöntemleri ile direnen radikal bir Yahudi grubuna da, “düşmanını sevmeyi”, yardımlaşmayı, dayanışmayı vaaz eden İsa’nın taraftarlarına da hak ve yüz vermiyor, tersine “herkes kendisinin ve sevdiklerinin selameti için uğraşmaya odaklanırsa sonuçta herkes için en iyisi olur” diyerek radikal veya ılımlı olsun her çeşit kolektivizmi reddeden ve her koyun kendi bacağından asılır, gemisini kurtaran kaptandır zihiniyetinin sözcülüğünü yapıyor. Yani susuyor ve tabii ki bir gün sıra ona geliyor. Ancak köleleştirildiğinde de isyan düşüncesine kesinkes karşı çıkıp hayatta kalmak uğruna mutlak biçimde boyun eğmeyi tercih ediyor. Ne zaman ki şans eseri esaretten kurtulup bilahare eline üste çıkmak için bir fırsat geçiyor, o zaman aslan kesiliyor... Senaristler farkındalar mı bilmem ama filmle aranıza mesafe koyarak böylesine kuşbakışı baktığınızda Ben-Hur aslında çok pragmatist bir tipleme olarak çizilmiş olarak görünüyor. Öte yandan Messalina ise kendi çapında sözümona trajik bir karakter. Roma ordusuyla çıktığı seferlerde Roma’nın dünyaya “uygarlık getirme” adına “farklı” toplumları telef ettiğini görmüş, bunun vahşetini idrak etmiş ama emir kulu olduğu için elinden bir şey gelmiyor ve çocuklukta canı kadar sevdiği üvey kardeşini ve ailesini tutuklamaktan bile geri duramayarak emir kulu olmayı sürdürüyor. Çok şükür, herkesin günahlarını üstlenecek bir İsa var artık ortalıkta ve ondan feyz alarak “olur mu bu olur mu, kardeş kardeşe vurur mu?” noktasına gelecekler, ama bu dünyanın kahrolası Roma İmparatorluğu’na kalıp kalmayacağını es geçerek, daha doğrusu bu dünyanın kahrolası Roma İmparatorluğu’na kalacağını besbelli kabullenerek.