Bu hafta, 2008 yılında Pakistanlı bir grup cihatçı teröristin Hindistan’da sivillere yönelik olarak eş zamanlı gerçekleştirdikleri saldırılardaki hedefleri arasında yer alan lüks bir otelde yaşananları konu edinen ve ülkemizde dün (Cuma) gösterime girmesi planlanan Hotel Mumbai (2018) adlı filmin eleştirisini yazmayı planlıyordum. Ancak bu filmin hafta başında basın öngösterimi yapılmış olmasına karşın vizyon tarihi gelecek aya ertelendi. Kulislerde bu ertelemenin muhtemel sebebinin, geçtiğimiz günlerde Yeni Zelanda’da iki camide gerçekleşen terör saldırılarının akabinde vizyona girmek durumunda kalınmasının arzu edilmemesi olabileceği konuşuluyor.
Hotel Mumbai’nin yokluğunda haftanın öne çıkan filmi olarak Biz (Us) adlı Amerikan korku filmi kalmış durumda. Biz, 2017’nin dikkat çeken korku filmlerinden Kapan’ın (Get Out) yönetmeni-senaristi Jordan Peele’in yeni, ikinci filmi. Kapan kanımca kimi sıkı hayranlarının iddia ettiği düzeyde bir başyapıt olmamakla birlikte, belli anlarda tekinsizlik duygusunu mükemmel biçimde yaratan ve bu tekinsizlik üzerinden ana gövdesinde tüyler ürpertici bir gerilim kurmayı başaran kalburüstü bir çalışmaydı.
Biz’i de etkileyici fragmanı dolayısıyla merakla bekliyordum. Heyhat; Biz, fragmanının yarattığı beklentileri son tahlilde tam olarak karşılamayan, üstelik anlatısı sorunlu temsiller içeren bir film çıktı. Ama önce hakkını vermek gerekirse Biz’in ilk yarısı, değme korku filmlerine taş çıkartan bir dokuda. Hele 1980’lerde bir gece vakti bir lunaparkta siyahi bir kız çocuğunun anne-babasından ayrılıp tek başına tuhaf bir aynalar evine girdiği ve orada karanlıklar içinde son derece tekinsiz bir deneyim yaşadığı açılış sahnesi antolojilere girmeyi hak ediyor. Bu açılış sahnesinden sonra film günümüze atlıyor ve açılışta gördüğümüz çocuğun büyümüş, evlenmiş ve çocuk sahibi olmuş bir halde ailesiyle birlikte yaz tatiline çıkışını seyrediyoruz, üstelik küçüklüğünde o travmatik deneyimi yaşamış olduğu yörenin yakınlarındaki yazlık evlerine giderek! Gece olunca ise yazlık evlerini ikizleri olacak kadar tıpatıp kendilerine benzeyen (farklı makyaj ve kostüm altındaki aynı oyuncular tarafından canlandırılan) bir aile basıyor ve onları terörize etmeye girişiyor…
Ancak bu “ev istilası” sekansları, başlangıçta son derece dehşet verici bir halde perdeye yansırken baş kahramanlarımız olan aile fertlerinin evden kaçmayı başarmalarının ardından saldırganların komşu eve de yönelmeleriyle birlikte araya serpiştirilen mizahi dokunuşlarla biraz doku değiştirmeye başlıyor ve film gerilimi, dehşeti soluksuz biçimde ivmelendirmek yerine ana akım, “light” korku filmlerinde olduğu gibi izleyiciye soluk alacak anlar yaratarak soluksuz seyir deneyimini kasten sekteye uğratıyor. Hele “ev istilası” sekansları tamamen bitip film bir ara kaçmaca/kovalamaca aksiyonuna yönelince iyice vasata kayarak yavanlaşıyor, giderek iki saate yakın süresi içinde sündürülmüş bir hal alıyor.
Bu saldırıları gerçekleştiren aile içindeki genç kadın, filmin ilk yarısındaki bir sahnede köşeye kıstırdığı ‘ikizine’ o çocukluğunda sıcacık yemekler yerken, yumuşacık oyuncaklarla oynarken kendisinin ise soğuk ve kanlı yemekler yemek, sert ve keskin oyuncaklarla oynamak durumunda kalmış olduğunu anlatıyor. Bu sahne, filmin anlatısının yönelimini anlamlandırmak için elimizdeki en temel veri. Üst-orta sınıftan, varlıklı, refah içindeki ‘ikizlerine’ saldırmaya girişen ailenin, hedeflerine yönelik belirgin bir garezi var ve bu garez, onların bolluk ve konfor, kendilerinin ise mahrumiyet içinde bir yaşam sürmüş olmalarından kaynaklanıyor. Dolayısıyla Biz’i bireysel düzlemde “öznenin bütünsel olmayışı”, “benliğin bölünmüşlüğü” gibi son dönemde revaçta olan kalıplar ya da bilinçaltı gibi psikanalitik, “gölge” gibi Jungcu nosyonlar üzerinden, ya da tarihsellik boyutu içermeyen herhangi bir başka kavramla anlamlandırmaya çalışmak kanımca isabetli olmaz. Biz, ikinci yarısında açığa vurulan bilim-kurgusal izaha rağmen bir Dr. Jekyll – Mr. Hyde varyasyonu değil, toplumsal bir alegori. Nitekim, saldırgan ikiz, muhatabının “siz kimsiniz?” sorusuna “biz Amerikalıyız” yanıtını veriyor öncelikle. Burada imlenen ise Amerika’nın bir bolluk ve refah toplumu olmadığı, Amerika’nın bolluk ve refah içindeki kesimlerden ibaret olmadığı, tersine mahrumiyet çeken Amerikalıların da olduğu.
Ancak Biz’deki bu toplumsal alegorinin ilerici, hatta demokrat bir yönelim içinde sunulduğunu söylemek pek olanaklı değil. Çünkü mahrumiyet içindeki Amerikalılar’ın trajik algılamalara pek alan açmayacak kadar aşırı biçimde canavarsı sunumu sözkonusu, böylesi bir temsil içinde izleyicinin onlarla bırakın özdeşleşme kurması, empati duyması bile çok zor. En sonunda belki kısmi bir empati kurulabilse de, orta-üst sınıfların “aşağı tabakalara” yönelik “bir gün bunlar gelip hepimizi kesecekler” korkusu çok daha baskın biçimde öne çıkıyor.
Yazıyı bitirmeden önce yukarıda vardığım yargıya başka bir açıdan bir nebze şerh düşülebileceğini de not etmek istiyorum. Tabii ki “alt” sınıflar her zaman ilerici bir konumda olmuş değillerdir ve örneğin faşizmin kitle tabanı da sıklıkla bu kesimlerden devşirilmiştir. Keza Trump Amerika’sında, Trump’ın arkasındaki güç, tekeller, vb olabilir ama bununla illa çelişmeyecek bir şekilde Trump’ın oy deposunun önemli bir kesimi de Amerika’nın nispeten müreffeh kimi kesimleri (“kaymağını yiyenler”!) karşısında onlara oranla kendilerini mahrumiyet içinde hisseden toplumsal tabakalar olabilir. Bu bağlamda Amerikalı bir eleştirmenin, saldırgan aileyi Trump’ın kitle tabanının temsili olarak görmesini, külliyen yanlış bir analiz olarak bir çırpıda geçiştiremem. Ancak öyle olsa bile aydın, demokrat ya da bir şekilde “kendi halinde”, “munis” kesimlerin, Trump Amerikası’nda kendilerini tehdit altında görmelerinden kaynaklı korku ve endişelerini salt, Trump’ın farzımuhal “bunlaaar, Amerika’nın kaymağını yiyenleeer” diye kendilerini hedef göstererek seferber ettiği kesimlere yöneltmeleri de büyük resmi, korku ve endişe içinde ıskalamaları olacaktır diye düşünüyorum naçizane.