Brimstone: Yeryüzünde cehennem azabına direniş

Sinema salonlarını ve sinemaseverler arasındaki sinema muhabbetlerini Hollywood yapımı sıradışı savaş filmi Dunkirk’in domine ettiği bu hafta aslında oldukça bereketli bir vizyon seçkisi beyazperdelerimize yansıyor. Dunkirk’i tamamen es geçmek olmaz çünkü hem sinemanın zanaat yönü açısından dikkate değer bir maharet sergiliyor, hem de siyasal açıdan deşifre edilmesi gereken bir ‘vaka’ ama benim nezdimde haftanın asıl öncelik verilmeyi hakeden filmi çok açık farkla Brimstone (2016) adlı Hollanda yapımı.

Konusu ABD’nin “vahşi Batı’sında”, kovboylar döneminde geçmesine karşın Brimstone alışıldık bir “western” filmi değil. Türkiye’deki dağıtımcısı tarafından Türkçe isim verilmemiş olan filmin ismi İngilizce’de “kükürt” anlamına geliyor ancak İncil’in İngilizce çevirilerinde cehennem azabını betimlemek için kullanılan “ateş ve kükürt” (Kuran ve hadislerin Türkçe çevirilerindeki “ateş ve kaynar sular” kalıbının muadili) kalıbı içindeki kullanımı üzerinden filmin ismi olarak seçilmiş olduğu belli çünkü film, gizemli ve fanatik bir rahibin pençesinden kurtulmak için savaşan genç bir kadının öyküsünü perdeye getiriyor. Dört episoddan oluşan iki buçuk saatlik Brimstone’ın en kuvvetli bölümü, bir korku filmini andıran ilk episod. “Vahiy” başlığını taşıyan bu bölümde, sevecen kocası ve çocuklarıyla huzurlu bir yaşam süren Liz’in hayatının kasabaya yeni bir rahip gelmesiyle altüst olmasını dehşet içinde izliyoruz. Rahip ile Liz’in geçmişten tanışıyor oldukları hissediliyor ve bu ilişkinin aslını, astarını geriye dönüşler içeren ‘Hicret’ ve ‘Başlangıç’ episodlarında aşama aşama öğreniyoruz. ‘Ceza’ başlıklı son bölümde ise öykü, ilk bölümün kaldığı yerden devam ederek sonuçlanıyor.

Brimstone, her açıdan güçlünün zayıfı, iyi silah kullananın iyi silah kullanamayanı, erkeğin kadını ezdiği, zayıfın hiçbir hakkının olmadığı bir toplum tasvirini perdeye getiriyor ve bu bağlamda erkeğin kadın üzerindeki tahakkümünün kutsal kitaplar kaynaklı retorikle meşrulaştırıldığına özellikle vurgu yapıyor. Filmin ekseni, kadınların gördüğü zulüm ve bunun dinsel retorikle meşrulaştırılması olmakla birlikte filmde dinin teşhiri bu eksenden ibaret değil, örneğin sadistlik derecesinde şiddete teşne rahibin “dinimiz şiddet içermez diyenler İncil’i okumamışlar” sözü bir hayli manidar.

Baştan sona böylesine sağlam eleştirel bir anlatı altyapısına, yukarıda not ettiğim üzere değme korku filmlerini aratmayan, hatta onların çoğuna taş çıkartan ürpetici, dehşetengiz bir doku içeren ilk episoduna, geçmiş kuşakların mücadelesinin, direnişinin sonraki kuşaklar üzerinde bıraktığı tortuya, onlar artık fiilen aramızda olmasalar da sanki hala “gözlerinin üzerimizde” olduğuna işaret eden isabetli finaline karşın iki buçuk saatlik süresi içinde özellikle üçüncü bölümünde biraz sarkarak başyapıt düzeyinin bir tık gerisinde kalıyor. Ancak bir kez izlendiğinde artık bir daha unutulamayacak nadir bir gerçek “geceyarısı sineması” ürünü olduğuna kuşku yok.

Bu haftanın bir diğer dişe dokunur filmi ise doğrudan fantastik bir film. Güney Kore yapımı Zombi Ekspresi (Busanhaeng, 2016); zombi taarruzu altındaki bir trenin yolcuları içinde hayatta kalabilmek için ‘her koyun kendi bacağından asılır’ zihniyeti ile dayanışmacı zihniyet arasındaki çelişkiyi öne çıkarıyor. Öte yandan Amerikan bağımsız sinemasının tanınmış isimlerinden Jim Jarmusch’un erken dönem filmlerinden Dünyada Bir Gece’nin (Night on Earth, 1991) sınırlı ölçekte vizyona girdiğini de not edelim.

Dunkirk

Sinemaseverler içinde geniş bir hayran kitlesi olan ama karşı-devrimci ideolojik manipülasyonun popüler sinema içindeki “şahaseri” (!) Kara Şovalye Yükseliyor (The Dark Knight Rises, 2012) filminden bu yana şahsen zerre kadar sevmediğim Christopher Nolan’ın ülkemizde ABD ile aynı anda vizyona giren yeni filmi Dunkirk kuşkusuz Nolan’ın pek çok filmi gibi (teknik olarak) ‘çok iyi yapılmış’ bir film. 2’nci Dünya Savaşı’nın başlangıcında Naziler’e karşı Fransa’ya çıkarma yapıp bozguna uğramış Britanya ordusunun Fransa kıyılarından sivil balıkçı teknelerinin de katkısıyla tahliye edilişini konu alan Dunkirk’in herşeyden önce karada, havada ve denizde geçen ama biri bir hafta, bir diğeri bir gün, bir diğeri ise bir saatte yaşanan üç ayrı olay dizgesini paralel kurguyla içiçe perdeye getirmek gibi değişik bir denemeye girişmiş olması dikkate değer. Nolan bu zorlu denemenin altından büyük ölçüde kalkmış; tamamen değil büyük ölçüde diyorum çünkü bir günlük olay dizgesinde gece olduğu vakit diğer dizgelerle paralel anlatının akıcılığı biraz sekteye uğruyor. Bunun dışında Nolan’ın özellikle müzik kullanımındaki önceki filmlerinden aşina olduğumuz malum maharetinin büyük katkısıyla perdede izlediğimizin “muazzam” bir vaka olduğu duygusunu iliklerimize işletmeyi başardığı da yadsınamaz.

Peki bu “muazzam” vaka, tam olarak ne?, Nolan bu vakayı nasıl bir bağlama oturtuyor? Yaşanan aslında büyük bir bozgun; tarihsel gerçek olarak da zaten öyle. Balıkçıların gözyaşartıcı kahramanlığı bu gerçeği aslında değiştirmiyor, yalnızca üstünü örtüyor. Filmin, tahliye gerçekleştikten ve bozguna uğramış askerler Britanya’ya ulaştıktan sonraki son 10 küsur dakikalık bölümü tam da bu gerçeği perdeye ustaca yansıtıyor. Halk kutlama içindeyken askerler aslında bozguna uğramış olduklarının ayırdındalar ve bu kutlama ruh haline aynı şevkle dahil olamıyorlar. Yani Dunkirk, bir bozgunun ardından yaşanan zorlu tahliyeyi perdeye getirdikten sonra bunu klasik Hollywood-vari bir kahramanlık öyküsü olarak cilalayıp parlatmaya yönelmiyor, tam tersine kahramanlık olarak sunulan bir vakanın aslında bir bozgun olduğunun içten içe hissedildiğini ve kahramanlık edebiyatının bir teselliden ibaret olduğunu alttan alta ima ediyor. Peki Nolan’ın bu noktadaki meramı ne? Yoksa Kara Şovalye Yükseliyor’da Hollywood’un ideolojik aygıtının mahir bir teknisyeni olarak damgaladığım Nolan aslında eleştirel bir auteur mü olmuş? Bu sorunun yanıtı ise son on dakikanın son on saniyesinde gizli. Bozguna uğramış bir asker, gazeteden Churcill’in meşhur “asla teslim olmayacağız” demecini okuyor ve, popüler tarihe “asla teslim olmayacağız” ibaresine kadar kısmi alıntıyla geçmiş olan demeç, aynı zamanda filmin de son cümlesi olan şu gerçek bitiş cümlesiyle bitiyor: “Yeni Dünya, eski dünyayı kurtarmak için bütün gücüyle öne çıkıncaya kadar mücadelemizi sürdüreceğiz.” Buradaki “Yeni Dünya”’dan kastın, ABD’den başkası olmadığını söylemeye gerek yok.