Geçen hafta bu köşede, bağımsız sinemacılarımızdan Can Evrenol’un sıradışı ‘kıyamet sonrası’ filmi Peri: Ağzı Olmayan Kız hakkında yazmayı planlıyordum, hatta yazıyı hazırlamaya başlamıştım bile. Ancak hafta içinde basın ön gösterimi dahi yapılmış olmasına karşın Peri: Ağzı Olmayan Kız’ın vizyon tarihi, Türkler Geliyor adlı bir filme 400’den ve Cem Yılmaz’ın yeni filmi Karakomik Filmler 2’ye 300’den fazla salon tahsis edildiği koşullarda “salon bulunamayarak” son anda gelecek haftaya ertelendi! Bu durumun tek tesellisi Kıvanç Sezer, Onur Saylak ve Alican Yücesoy’un twitter’da #PeriyeSalonİstiyoruz tegi paylaşarak sinemacılar arasında örnek alınması gereken bir dayanışma sergilemeleriydi…
İşin ironik bir yönü ise basın gösterimi yapılmış olan Peri: Ağzı Olmayan Kız vizyona giremezken, vizyona giren Karakomik Filmler 2 için ise basın gösterimi yapılmamış olmasıydı. Tabii ki vizyona giren her film için basın gösterimi yapılması gibi bir gelenek yok; örneğin, geçen yıl gösterime giren 150’ye yakın yerli filmden yalnızca 40 kadarının basın gösterimi yapılmıştı. Basın gösterimi bir yandan bağımsız filmler, diğer yandan en majör filmler için başvurulan bir uygulama. Bunun istisnalarını ise Mahsun Kırmızıgül, Şahan Gökbakar gibi bazı sinemacılar oluşturuyor ki bu isimler basın gösterimi yapmıyorlar, bazen ise yalnızca -duyduğumuza göre- “özel gösterimlere” magazin basınının, vb.’nin yanı sıra tek tük bazı eleştirmenleri de çağırıyorlarmış. Cem Yılmaz aslında bu yıla dek tam tersi yönde bir örnek oluşturuyordu, yalnızca basın gösterimi düzenlemekle kalmaz, bu gösterimlere de bizzat katılırdı ve yıllardır tutarlı biçimde sürdürdüğü bu tavrı eleştirmenler tarafından bir hayli takdir edilirdi.
Karakomik Filmler (2019) 700 bin kişi tarafından izlenerek Cem Yılmaz’ın 20 yılı aşkın sinema kariyerinde gişede en başarısız filmi olmuştu. Bir filmin izleyiciden göreceği ilgide eleştirmenlerin payı her zaman, hele “sosyal medya çağı” olduğu söylenen günümüzde geçmişten daha fazla tartışmaya açıktır. Öte yandan zaten film eleştirilerinin de linkleri paylaşılarak sosyal medyada dolaşıma girdiği göz ardı edilmezse, bu eleştirilerin “sosyal medya çağında” dahi bazı filmler için bir ölçüde pay sahibi olduğu kanımca yadsınamaz. Ancak bir filmin gişedeki başarısızlığının başlıca ‘müsebbipleri’ arasında eleştirmenlerin yer aldığını düşünmek, günah keçisi aramaktan farksız; bir filmi eleştirmenlerin çoğundan saklayarak vizyona sokmakla durumu kurtarabileceğini sanmak ise, nafile bir yönelimdir. Velhasıl kelam, Karakomik Filmler 2 ilk haftasında 250 bin seyircinin dahi altında kaldı (kimbilir, Karakomik Filmler 2’ye basın gösterimi yapılmış olsaydı “bu, öncekinden biraz daha iyi” minvali söylemler biraz daha yaygınlaşabilir, belki gişedeki düşük seyir biraz daha az dramatik olabilirdi).
Karakomik Filmler 2 hakkında kişisel değerlendirmeme geçmeden önce filmin gişedeki bu düşük performansında, sosyal medyada aktrollerin açtığı “boykot” kampanyasının payı olduğuna hiç inanmadığımı not edeyim. Karakomik Filmler’e dair yazımda (*) o zaman ayrıntısıyla açımladığım üzere aktroller, Karakomik Filmler’in ilk hafta sonu rakamları açıklanır açıklanmaz sosyal medyada böyle bir kampanya yükselterek bu durumu ‘kurnazca’ sahiplenmek istemişlerdi; bu kez ise, sosyal medya kampanyalarını vizyondan önce başlattılar. Ama siyasi iktidarın seçmenlerinin sinema izleyicileri içinde küçük bir oran teşkil ettiğini gösteren verilerin, göstergelerin yanında bu sanal boykot yine bir algı operasyonu, olsa olsa kendi kendilerini patetik biçimde kandırmadan öteye gitmiyor aslında.
Cem Yılmaz, Karakomik Filmler serisi ile yapmak istediği şeyi, “eğlence sineması” ile “ödüllü filmler” olarak nitelediği, sinemanın diğer cenahını bir potada birleştirmeye, bütünleştirmeye çalışmak olarak tarif ediyor söyleşilerinde. Bu serinin iki filmi de birer saatlik ikişer bölümden oluşuyor. Karakomik Filmler 2’nin her iki bölümü de Cem Yılmaz sinemasından alışkın olduğumuz güldürü sineması tarzının bir hayli dışında çalışmalar; bu filmdeki mizah, yoğun olarak kara mizah tarzında.
İlk bölüm olan ‘Deli’, üzerine bir cinayet suçu yıkılan bir taksicinin öyküsünü perdeye getiriyor. Bu bölümün finalinin bağlandığı nokta, açılış sahnesindeki bir replikle kurduğu ironik bağ üzerinden iyi bir fikir içeriyor olsa da, ana gövdesi aynı ölçüde başarılı değil. Bu öykünün senaryolaştırılması, orta metraj sayılabilecek bir saatlik süresi içinde tam randımanlı gerçekleştirilememiş, ya gerek karakterin gerekse olaylar zincirindeki gelişmelerin hakkıyla işlenmesi için daha fazla süreye gerek vardı ya da tersine öykü, sadeleştirilerek kısa metraj olarak gerçekleştirilmeliydi.
İkinci bölüm olan ‘Emanet’ ise televizyonlardaki eğlence/yarışma programlarına ilişkin taşlama yönelimi ile dikkat çekiyor ve kanımca daha akılda kalıcı bir ürün (bu arada yıllardır pek televizyon seyretmeyen bir izleyici olarak Saba Tümer’in onu ekranda ilk gördüğüm yıllar öncesinden bu yana hiç ama hiç yaşlanmamış olduğunu görmemin benim üzerimde bir “Ajda Pekkan” efekti yarattığını söylemeden edemeyeceğim!). ‘Emanet’in akılda kalıcılığı güncele dokunan toplumsal-eleştirel yönelimi kadar kara filmlerin (film noir) olmazsa olmazı ikonik bir tiplemenin bu bölümde sürpriz biçimde kendini göstermesinden de kaynaklı. Tabii bu durumun da ışığında, ‘Emanet’teki eleştirel yönelimin ne kadar bir “medya eleştirisi” nitelikli, ne kadar “insana dair” (!) yani nihilist bir eleştiri olduğunun aslında müphem olduğunu kaydetmek gerek.
Sonuçta ‘Karakomik Filmler’ serisi Cem Yılmaz sineması içinde özgün bir deneme. Ne kadar başarılı bir deneme olduğu ise tartışmaya açık. Yılmaz’ın “eğlence sineması” ile “ödüllü filmler” (!?) cenahını kaynaştırma çabasının gişede hüsrana uğramasının sebeplerine dair kesin saptamalar yapmak zor. Öncelikle, ne yazık ki acı gerçek şu ki, dünyanın herhalde her yerinde olduğu gibi kolaycı formüllere dayanmayan filmlere rağbet ülkemizde de az; kaldı ki, ‘Karakomik Filmler’ serisi birer başyapıt olmaktan da fersah fersah uzak zaten. Cem Yılmaz’ın güldürü açısından adeta doğal bir yeteneği olduğuna, yalnızca güldürü janrı içinde değil genel olarak da çok iyi bir oyuncu ve iyi bir öykücü (edebi anlamda değil, senaryolaştırılacak konu, karakter, olay dizgesi, vb. tasarlamak anlamında, sinema bağlamında ‘öykücü’) olduğuna kuşku yok ama örneğin bir Woody Allen değil ve senaryo ile yönetmenlik açısından bazen yetersiz kalıyor.
1990’ların ortalarında Cem Yılmaz bir stand-upçı olarak piyasaya yeni çıktığında onu lanse eden isimlerin başında gelen Duygu Asena, “İşte bu çağın adamı…” diye yazmıştı Milliyet gazetesindeki köşesinde. “Çağımızın” temel özelliklerinin neler olduğuna ilişkin 1990’larda genel kabul gören yargıların, saptamaların bugün artık çok değiştiğini söylemeye gerek yok.
Cem Yılmaz, senarist ve yönetmen olarak zaafları olsa da, aslında net biçimde “yıldız” bir sinemacı. Ve hem ülkemiz sineması hem dünya sineması tarihinin gösterdiği üzere hiçbir yıldız sinemacı zaten on yıllar boyu zirvede kalmış değil; takriben 20 yıl, sinema tarihi boyunca pek çok yıldızın maksimum zirve periyodu olagelmiş. Kaldı ki son bir-iki yıldır yalnızca Cem Yılmaz’ın değil, ana akım sinemanın diğer majör isimlerinin de filmlerinin izleyici sayısında bir azalma gözleniyor, uzunca bir dönemdir gişede garantili isimler olarak kabul edilen isimlerin filmleri eskisine oranla biraz daha az iş yapıyor şimdilerde. Kuşkusuz yakın geçmişe dönük çok kısa vadeli bu gözlemlerin gerçekten de kalıcı bir eğilime işaret edip etmediğini görmek için daha zamana ihtiyaç var.
Öte yandan Cem Yılmaz’ın yıldız niteliğinden hareketle şunu da söylemek gerek: Yıldız olgusu, söz konusu oyuncunun perdede canlandırdığı tiplemelerle o oyuncunun “gerçek yaşamdaki” (!) kimliği ve karakterine dair kamuya takdim edilen resim arasında belli bir örtüşme içerir. Yılmaz’ın Karakomik Filmler’in dört bölümünden üçünde canlandırdığı karakterlerin silik, “ezik” ve genelde naif karakterler oluşlarının ise yıldızlığa içsel, az yukarıda söz ettiğim örtüşmeyi, Yılmaz’ın kamuoyu nezdindeki malum profili ve hele bir de yakın dönemde “patlamış mısır” kavgasında en önde oluşu ışığında, ortadan kaldırdığı açık.