Bu haftanın en tartışmaya açık filmi, bir celladın yanında çalışmaya başlayan bir gencin tuhaf öyküsünü perdeye getiren Çırak (Apprentice, 2016). Dünyada nüfusuna oranla en yüksek sayıda idam cezası infazı gerçekleşen ülke olma kara lekesine sahip Singapur yapımı ve bu ülkenin Oscar adayı olan Çırak, ilk elde beklenebileceğinin aksine Krzysztof Kieslowski’nin başyapıtlarından Öldürme Üzerine Bir Film (Krotki film o zabijaniu, 1988) minvalinde bir film değil. Bu farklılık yalnızca Çırak’ın idam cezası kurbanları üzerine değil, kurbanların aile fertleri ve ayrıca cellatları üzerine odaklanmasından kaynaklanmıyor; aslında filmin bu farklı çıkış noktası ona bu trajedinin farklı bir boyutunu perdeye getirmek açısından potansiyel olarak kaydadeğer bir avantaj sağlıyor. Çırak’ın bu avantajın potansiyelini değerlendirmemesinin sebebi, Öldürme Üzerine Bir Film’den diğer ve esas önemli farkıyla bağlantılı: Çırak net ve belirgin bir duruş sergilemekten imtina etmeyi, muğlaklığı bir fazilet, bir meziyet sayan zihniyetin sinemada ne yazık ki çok da ender rastlanmayan örneklerinden biri. Dünya prömiyerini geçen yılki Cannes Film Festivali’nin ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünde yapmış olan Çırak ironik biçimde belirgin bir bakış sergilemeyen bir film!
Çırak, Aiman adında bir gencin bir hapishanede gardiyan olarak çalışmaya başlamasıyla açılıyor. Hapishanenin kendisinden yaşça büyük celladıyla yakınlık kuran Aiman’ın babasının yıllar önce bu hapishanede ve kuvvetle muhtemelen bu celladın eliyle idam edilmiş olduğunu öğreniyoruz. Bu noktada Aiman’ın amacının babasının intikamını almak veya kimbilir belki de en azından bir infazı sabote etmek olabileceğini düşünmeye başlıyoruz. Ancak bu soruların yanıtını öğrenmek, Aiman’ın motivasyonunu anlamak film boyunca mümkün olmuyor. Aiman sanki daha çok idam cezalarının infazının somut olarak nasıl bir pratik olduğunu yakından gözlemleyebilme ve böylece babasının infaz arifesinde neler yaşamış ve nasıl öl(dürül)müş olduğunu öğrenme peşinde koşuyor gibi. Bu bağlamda öğrendikleri ise sözkonusu celladın, kurbanlarına adeta “insancıl”, hatta neredeyse “şefkatli” biçimde yaklaştığı, ölümün can çekişmeden, hızlı biçimde gerçekleşmesi için özen gösterdiği, vb. Cellat, Aiman’ın gerçek kimliğini öğrendiğinde aralarında sert bir tartışma yaşanıyor, Aiman celladın tüm derdinin aslında infazların kolay gerçekleşmesi olduğunu onun yüzüne söylüyor, kurbanların suçsuz olma ihtimalini anımsatıyor ancak bu tartışma finale yakın gerçekleşse de dramatik yönü pek vurgulanarak sahnelenmiyor, film içinde kritik bir dönüm noktası teşkil eder biçimde sunulmuyor. Film boyunca dramatik etki yapacak şekilde tasarlanmış sahneler, idam kurbanlarının yakınlarının infaz anında hapishane önündeki çaresizliklerini perdeye getiren sahnelerden ibaret ki bunlar da anlatı içine içselleştirilmeden serpiştirilmiş gibi duruyorlar çünkü bu sahnelere tanık olmanın Aiman’ın iç dünyasında nasıl bir etki yaptığına, herhangi bir etki yapıp yapmadığına vakıf olamıyoruz, hele filmin açık uçu finali ışığında.
Babasının idam edilmiş olmasının Aiman’ın ve bu arada onun kız kardeşinin benliklerinde kalıcı ve derin bir iz bırakarak onların yaşamlarını değiştirmiş olduğunu etkileyici biçimde duyumsatan Çırak bu travmanın sorumlusunun idam cezası uygulaması olduğunu aynı netlikte sorgulatmıyor çünkü idam cezasına ilişkin tek sorgulama kurbanın suçsuz olabilme ihtimaliyle bağlantılandırılmış durumda. Çırak’ı aslında belki de idam cezası hakkında bir film olarak değil, başkalarının günahlarının yükünü bambaşka kişilerin çektiğini sergileyen bir film olarak kabul etmek gerek ancak bu durumda da böyle bir meramın idam cezası odaklı bir öykü üzerinden aktarılması yanlış bir seçim olarak kendini gösteriyor.
İstisna
Haftanın nispeten dikkate değer bir diğer filmi ise konusu 2’nci Dünya Savaşı yıllarında geçen İstisna (The Exception, 2016). Almanya’nın sürgünde yaşayan eski kralı 2’nci Wilhelm’in iktidardaki Naziler tarafından tahta geri dönmesi için davet edilmeyi beklerken Naziler’in gerçek yüzünü duyumsamasını öyküleyen İstisna istisnai bir film değil, anaakım kalıpları içinde ve benzerlerini görmüş olduğumuz bir çalışma. Üstelik tarihsel olarak kendisi de hiç matah bir şahsiyet olmayan bu düşük kralın, kendilerine insan demeye bin şahit isteyen Naziler yanında daha “masum” (!) kalması üzerinden izleyicinin onunla empati kurmaya yönlendirilmesi de en hafif ifadeyle son derece sorunlu. Ancak yine de Naziler gibi insanlık dışı bir güruhun peşinden sürüklenen yurttaşlar içinde insani özelliklerini koruyabilen tek tük bireylerin olabilmesinin (filmde devrik kralın muhafizlığını yapan ve gönlünü kaptırdığı direnişçi genç kadını koruyup kollayan subay) önemsiz bir “istisna” olduğunu, Naziler’in genelinin iflah olmaz olduğunu, Naziler’e ilişkin en ufak bir iyimser beklentiye kapılınmaması gerektiğini vurgulaması açısından son derece yerinde bir tespit yapan bir film. İktidarı ele geçirmiş faşist hareketlere dair kulaklara küpe olması, unutulmaması, akılda tutulması gereken bir tespit bu…