Türkiye sinemasının en önemli isimlerinden Yılmaz Güney’in yaşamı, mücadelesi ve sinemacı kimliği, Güzelliğim On Par’ Etmez (2012) adlı kurmaca filmiyle anımsadığımız Almanya doğumlu Kürt sinemacı Hüseyin Tabak’ın imzasını taşıyan Almanya-Avusturya ortak yapımı uzun metraj belgesel Çirkin Kral Efsanesi ile beyazperdelerimizde.
Çirkin Kral Efsanesi, Güney’in yaşam öyküsünü aktarmaya Cannes’da Altın Palmiye aldığı dönemin arşiv görüntüleri ve Altın Palmiye’yi paylaştığı Yunan yönetmen Costa Gavras gibi tanıklarıyla yapılan söyleşilerle başlıyor, ardından çocukluk yıllarına dönüp tekrar Fransa’daki sürgün yıllarına gelinceye dek devam ediyor.
Çekimlerinin yedi yıl sürmüş olduğu kaydedilen belgesel boyunca Güney’in aile fertleriyle, Tuncel Kurtiz, Tarık Akan gibi bazıları artık aramızda olmayan sanatçı dostlarıyla, mücadele arkadaşlarıyla, Zahit Atam gibi sinema yazarlarıyla yapılan çok sayıda söyleşiyi, yine bazı arşiv görüntülerinin yanı sıra izliyoruz.
Çirkin Kral Efsanesi’nde ayrıca yönetmen-senarist Tabak’ın bu belgeseli tasarlama sürecine dair olarak takdim edilen kimi sahneler de zaman zaman perdeye geliyor ki bu pasajlar fazlaca yeniden-canlandırma görünümü verdikleri, yani biraz yapay kaçtıkları için kanımca belgeselin akışını yer yer sekteye uğratıyor.
Belgesel sinemada yönetmenin kendisini gizlememe tavrı doğru bir yönelim olsa da bunun örneğin belgeselin gerçek kamera-arkası görüntülerinin filme yedirilmesi ile yapılması daha iyi olurdu.
Çirkin Kral Efsanesi’nin benim nezdimde en değerli yönü Güney’in siyasal-toplumsal mücadeleye kendisini adamış bir sanatçı olduğunu vurgulaması. Halil Ergün’ün kendisiyle yapılan söyleşide Güney’in “kimden yana olduğuna dair seçimini yapmış olduğunu” ifade etmesi bu durumu belki de en arı biçimde özetliyor.
Hatta bu arada Güney’in Türkiye’de doğrudan askeri diktatörlüğün hüküm sürdüğü yıllarda bile yılgınlığa düşmeyerek ülkede elbet bir gün devrimin gerçekleşeceği inancını kendinde diri tutmuş, hatta inançtan öte bu doğrultuda kendisini olabildiğince seferber etmiş olduğunun yansıtılması da ayrıca dikkat çekici.
Herşey bir yana Çirkin Kral Efsanesi’nin bıraktığı tortulardan biri Yılmaz Güney özelinde ve ayrıca arada zaman zaman perdeye gelen Tarık Akan üzerinden de 1960’larda, 1970’lerde öne çıkmış sinemacı kuşağı ile günümüzüm sinemacı kuşağı arasındaki siyasal-toplumsal duyarlılık ve aktivizm açısından çıta farkını duyumsatması.
Elbette yeni kuşak sinemacılarımız arasında da bu açıdan Barış Atay dahil hepimizin bildiği çok, çok onurlu isimler var ama bir Güney’in, bir Akan’ın o yıllardaki kitlesel şöhretine şöyle ya da böyle muadil veya yakın isimler açısından düşündüğümüzde iktidar yandaşlığı ile suya sabuna dokunmaktan olabildiğince uzak durma arasında gezinen tablo düşündürücü.
Yılmaz Güney’in kişiliğinin ve yaşamının ‘tartışmalı’ (ve her fırsatta malum çevrelerce karalama, itibarsızlaştırma amaçlı olarak istismar edilmeye girişilen) yönleri açısından ise belgesel aslında Kurtiz’in ifadesiyle Güney’i tek bir noktadan değerlendirmeme, “idealize etmeme” gereğine işaret ederek yerinde bir başlangıç yapıyor.
Nebahat Çehre ile ilişkisi, bizzat bu sanatçımızın ağzından olduğu gibi aktarılıyor ve belgesel bu bahiste böylesine bir durumun muhatabının bu ‘olduğu gibi’ aktarımı dışında ne yargılayıcı, ne savunmacı, ne de başka bir tavra yönelmiyor. Yumurtalık vakasında ise Güney’in bir hapishane arkadaşına yargıcı kendisinin öldürmüş olduğunu itiraf edip bunu ‘hep sırtında taşıyacağı’ minvalinde sözler söylemiş olduğunu öğrenmemiz dikkat çekici.
Ancak ne yazık ki bu bahsin, örneğin yukarıdaki aktarımla değil de, oyuncu Ayşe Emel Mesci’nin “o ortamda, ‘kadınlarını görelim’ sözlerinin alacağı cevap çok nettir” minvalindeki sözleri ile normalize edici, dolaylı olarak meşrulaştırıcı bir imayla bağlanması Tabak’ın kötü bir tercihi olmuş.
Kuşkusuz Yılmaz Güney gibi bir şahsiyetin yaşamının, sanatının, kişiliğinin tüm yönlerini uzun metraj da olsa tek bir belgeselde hakkıyla aktarabilmek çok zor; tartışmalı yönlerini normalize edip meşrulaştırmadan tarihsel bağlama oturtmayı, itibarsızlaştırmadan eleştirel yaklaşabilmeyi başarabilmek belki de ancak salt bu bahislere dair ayrı belgeselleri gerektirirdi ama muhtemelen ‘büyük resmin’ ortaya çıkması için belli başlı tüm bahislere yer vermek adına giriştiği bu çabada Tabak’ın her bahiste aynı başarıyı gösterdiğini söylemek olanaklı değil.
Bunu yalnızca Yumurtalık vakası özelinde söylemiyorum, örneğin Güney’in toplumcu gerçekçiliğe yönelmeden önceki Çirkin Kral dönemi filmleri de laf arasında “vurdulu kırdılı” filmler diye son derece yüzeysel biçimde anılıp geçiştiriliyor; bu döneme, bu filmlere sinema çalışmaları açısından esaslı biçimde yaklaşan, örneğin Çirkin Kral imajının anlamını, neye denk düştüğünü, önemini ele alan pek bir cümle duymuyoruz.
Bu gibi eksikliklerine ve defolarına karşın Çirkin Kral Efsanesi, kalabalık vizyon haftasının en dikkate değer filmi olarak görünüyor ve Tabak’ın zor, meşakkatli bir çabanın altından bütünüyle olmasa da önemli ölçüde başarıyla kalkmış olması takdire değer.
Bir belgeselin, hele böylesine muhalif bir isim hakkındaki bir belgeselin Kurmaca Film dağıtımı üzerinden yirmiden fazla şehirde vizyona girebilmiş olması da kaçırılmaması gereken bir fırsat.