Türkiye’de en çok sayıda salona sahip sinema işletmecisi olan Mars Grubu’yla bağlantılı Mars Dağıtım son yıllarda Türkiye’de en büyük pazar payına sahip dağıtımcı konumuna gelmiş durumda. ‘Sanat filmlerinin’ salon bulma ve izleyiciye ulaşma olanağının giderek daralmasında Mars Grubu’nun sinema sektöründe önemli ölçüde belirleyici bir konum almasının pay sahibi olduğu eleştirilerini bertaraf etmek istercesine bu yılın başlarında Mars’la bağlantılı ve dünya sinemasından anaakım-dışı, seçkin filmlere odaklanan Filmartı adında bir dağıtımcı faaliyete geçti; örneğin (bu köşede geçen yıl Filmekimi’ndeki gösterimi üzerinden tanıtmış olduğum) yılın en sıradışı filmi Paris Yanıyor (Nocturama, 2016); Filmartı tarafından vizyona sokuldu, keza geçen hafta köşemde ağırlıklı olarak yer verdiğim Bir Nefes (Ein Atem, 2016) de. Mars’ın işletmesindeki avm salonlarının an itibariyle beş adedi Filmartı’nın filmlerine tahsis edilmiş görünüyor ki bu, Istanbul’un en “revaçtaki” mekanlarından Kanyon’daki salonlardan birini de içermekle birlikte, oldukça küçük bir rakam. Sinema sektörümüzdeki bu yeni gelişmeyi tüm veçheleriyle değerlendirmek için muhtemelen henüz erken; bu yazıda konuya değinmemin amacı, bu haftanın da en dikkate değer filminin bir Filmartı filmi olması vesilesiyle yalnızca bir giriş yapmış, bir not düşmüş olmak.
Dünya prömiyerini geçen yıl Cannes Film Festivali’nin ‘Eleştirmenler Haftası’ bölümünde yapmış olan Lübnan-Fransız ortak yapımı Dağların Ardında (Tramontane, 2016); oldukça ilginç ve tartışmalı olabilecek bir film. Vatche Boulghourjian adlı Lübnanlı sinemacının ilk uzun metraj çalışması olan Dağların Ardında, gözleri görmeyen Lübnanlı genç bir müzisyenin yurtdışında bir konsere gidebilmek için pasaport almak için başvurduğunda kimliğinin sahte olduğunun ortaya çıkmasıyla açılıyor. Annesiyle birlikte ve eski bir asker veya eski bir milis olan dayısının himayesinde yaşayan Rabih adındaki bu genç, iç savaş döneminde evlat edinilmiş olduğunu bu sayede öğrenir ancak gerçekte nerede doğmuş ve tam olarak hangi koşullarda evlat edinilmiş olduğuna dair kendisine bilahare ilk elde söylenenlerin de yalan olduğunu çok geçmeden anlar ve gerçeğin peşine düşer.
Özellikle bir muamma içeren filmlerin sonlarını film eleştirilerinde açık etmek tercih edilen ve hoş karşılanan bir şey olmasa da Dağların Ardında’yı dişe dokunur biçimde tartışabilmek için bunu kısmen yapmak zorunlu. Rabih, belki kesinkes teyit edemese de kendisinin yalnızca aşikar biçimde bir katliam sonucu öksüz kalmış ve evlat edinilmiş değil ayrıca kuvvetle muhtemelen bu katliamın sorumlusunun da bizzat dayısı olduğu sonucuna varacaktır ki bu sonuç aslında öngörülü ortalama bir izleyici için sürpriz sayılmaz. Filmin şaşırtıcı ve tartışmalı yönü ise Rabih’in finalde dayısının kendisine tedarik ettiği yeni ama yine sahte belgelerle eski kimliği altında yaşamaya devam etmeyi kabullenmesi. Yani Rabih, son tahlilde geçmişin üzerine sünger çekmeye yöneliyor. Kuşkusuz bu durum tek başına Rabih’in tercihiyle gerçekleşiyor denemez çünkü herşeyden önce, yukarıda kaydettiğim üzere, geçmişiyle ilgili gerçeğe kesinkes doğrulayabilecek derecede ulaşamadığı da söylenebilir ve daha önemlisi, muhtemelen gerçek babası olan katledilmiş bir köylünün babasının (yani Rabih’in muhtemelen dedesi olan kişinin) geçmişe sünger çekmiş olduğunu görür (zaten Rabih, gerçeğe de bu yüzden kesinkes biçimde ulaşamamıştır).
Kuşkusuz Dağların Ardında’yı sağlıklı biçimde değerlendirebilmek için Lübnan’ın hem yakın tarihini, hem de bugününü çok iyi bilmek gerekiyor ki bu alana çok fazla vakıf olduğumu iddia edecek değilim. 1975-90 arasında yüz elli binden fazla kişinin yaşamını yitirdiği Lübnan iç savaşı, savaş sırasında işlenmiş suçları kapsayan bir genel affın da dahil olduğu, yani geçmişe sünger çeken, bir “ulusal uzlaşma” ile sona ermişti. Dağların Ardında’nın Lübnan’da kurumsal düzeyde pratiğe geçmiş bu geçmişe sünger çekmeyi, bireysel bir öykü üzerinden en azından ehvenişer olarak sunduğu söylenebilir. Lübnan gerçeği ışığında bunun ne kadar doğal karşılanabilecek, ne kadar eleştirilmesi gereken bir yönelim olduğunu Lübnan gerçeğine daha vakıf olanlar yapabilir ancak.
Öte yandan filmin bizim durduğumuz yerden bizlere düşündürdükleri, çağrıştırdıkları üzerinde ise birkaç söz söylenebilir, ne de olsa yaşadığımız topraklar da sayısız katliamlara sahne olmuş topraklar. Tabii ki intikamcılık duygusu, sahiplenilmesi gereken bir duygu değil. Ama yaşanmış acıların faillerinin, sorumlularının, onların miraşçılarının, devamcılarının muktedir olmayı sürdürdüğü, hatta muktedir olma konumlarını pekiştirdiği koşullarda geçmişe sünger çekmek değil, geçmişi unutmamak, geçmişi anımsamak bir sorumluluk olsa gerek. Geçmişe ağlamak için değil, geçmişten farklı yarınları kurabilmek için.