Bu haftanın yaygın gösterime giren filmlerinden biri olan Hayat (Life) gerçekten de kalbur-üstü bir bilim-kurgu/korku karması ve her iki türün müdavimlerini de çok yüksek beklentilerle gidilmemesi kaydıyla tatmin edebilir. Ancak pek çok hafta olduğu gibi bu hafta da çelik-çekirdek sinemaseverler için en değerli film, haftanın en sınırlı ölçekte vizyona girebileni: yalnızca dört şehirde toplam beş salonda günde bir-iki seans izleyici karşısına çıkacak olan David Lynch: Yaşam Sanatı (David Lynch: The Art Life, 2016) adlı belgesel.
Hemen söyleyelim, Başka Sinema’nın Amerikan sinemasının, hatta dünya sinemasının en nevişahsına münhasır isimlerinden biri hakkındaki bu belgeseli vizyona sokmakla yaptığı büyük hizmeti kesinlikle gölgelemez ama filmin Türkçe adında, ülkemizde sinemaseverler karşısına ilk kez çıktığı !f Bağımsız Filmler Festivali’nde yapılmış bariz çeviri hatası vizyonda da sürdürülmüş: orijinal adındaki ibare “The Art of Life” değil The Art Life, dolayısıyla Türkçesi de kesinlikle “Yaşam Sanatı” değil, filmdeki kullanım bağlamına göre, “sanatla dolu, sanat odaklı bir yaşam” minvalinde; daha basit ve düz biçimde “Sanat Yaşamı” da kullanılabilirdi.
Dünya prömiyerini geçen yıl Venedik Film Festivali’nde yapmış olan belgesel, Lynch ile yakın tarihli bir söyleşi üzerinden bu sanatçının çocukluk ve gençlik yıllarını konu alıyor ve dolayısıyla, deneysel kısa filmlerinin ardından burs alarak ilk uzun metrajı Eraserhead’i çekmeye başlaması ile sinemaya ilk adımları da belgeselin kapsamı içinde olmakla birlikte, sinema kariyerinden ziyade ressam kimliğini daha fazla perdeye getiriyor. Bu seçim birkaç açıdan değerli. Öncelikle ünlü bir sinemacının nispeten az bilinen bir diğer yönü vurgulanmış oluyor. İkinci olarak, Lynch kendisine dünya çapında ün getirmiş olan sinemayı son yıllarda ikinci plana itip gençlik yıllarındaki ilk göz ağrısı olan resim sanatına daha fazla gömülmüş olduğu için belgesel Lynch’in yalnızca genel olarak “ikinci” kimliğine değil, günümüzdeki “öncelikli” kimliğine de eğilmiş oluyor.
David Lynch: Yaşam Sanatı’nda Lynch’in sanata nasıl bir tutkuyla bağlı olduğu çok net biçimde duyumsanıyor. Belgeselin en akılda kalıcı cümlesi, Lynch’in kendi nezdinde ideal hayatı, gün boyu “kahve ve sigara içmek ve resim yapmakla” günlerin geçtiği bir hayat olarak nitelemesi. Buradan belki toplumdan kopuk bir sanatçı portesi görmek de olanaklı ama şan, şöhret, para, pul derdinde olmayan bir sanat tutkunu görmek de. Bu arada belgeselin en akılda kalıcı görsel imgesi ise, 70 yaşındaki Lynch’in söyleşi boyunca neredeyse sürekli, pofur pofur sigara içiyor oluşu!
Maalesef yine kısaca Dorsay
Geçen hafta SİYAD ödül töreniyle ilgili yazımın sonundaki bir dipnotta Atiila Dorsay’ın törenden iki gün önce bir gazetede yeralan söyleşisine atıfta bulunarak o söyleşisindeki çirkin ifadelerine bu köşede en azından o gün itibariyle karşılık vermeyeceğimi kaydetmiş ve Dorsay’ın sahte “Emek” (!) sinemasına ilişkin tavrına yönelik SİYAD YK değerlendirmesinin, Dorsay’ın iddiasının aksine, “yayınlanan bir protestoda” değil dernek-içi bir metinde yeralmış olduğunu not etmekle yetinmiştim. Dorsay bilahare bu kez film eleştirileri yazdığı online bir sitedeki köşesinde benzer tavrını sürdürdü, keza kendisine bu köşede esasen yine karşılık vermeyeceğim ama bu kez Onur Ödülü verdiğimiz değerli bir sinemacı için kullandığı “ismini hiç duymamıştım” ifadesine istinaden, sözkonusu sinemacının ulusal ve uluslararası ödülleri bir yana hem geçmişte hem de daha geçen yıl doğrudan SİYAD'ın En İyi Belgesel dalında birden fazla kez aday gösterilmiş olduğunu not etmeden geçemeyeceğim!