Derin Korku: Bulaşa karşı karantina talebine korku sinemasının içinden bir bakış

Ülkemizde geçen hafta vizyona yeni giren Derin Korku (Sea Fever, 2019) aslen koronavirüs salgınından önce çekilmiş olmakla birlikte içinde bulunduğumuz salgın döneminin kimi sorunsallarına ilişkin çarpıcı çağrışımlar yapan çok ilginç bir korku filmi. Öyle ki, salgın dönemini yaşamış bir sinemasever ileride bu filmi yapım tarihini tam bilmeden izlese, onu salgına göndermelerle tasarlanmış bir film sanması doğal olur.

Nease Hardiman adlı İrlandalı bir sinemacının yazıp yönettiği bir İrlanda-İsveç-Belçika ortak yapımı olan Derin Korku dünya prömiyerini geçen yıl prestijli Toronto Film Festivali’nde yapmış. Filmin başkarakteri, staj amacıyla bir balıkçı teknesiyle denize açılan Siobhan adlı bir doğa bilimleri öğrencisi. Tekne, açık denizde ne olduğu tam anlaşılamayan bir deniz canlısının saldırısına uğrar ve denizin derinliklerindeki bu canlının tekneyle temas ettiği noktalardan teknenin içine ölümcül parazitler sızar. “B-tipi” sinemada bir zamanlar benzerlerini bol miktarda gördüğümüz konvansiyonel bir ‘deniz canavarı’ filmi gibi başlamış olan Derin Korku, bu noktadan itibaren daha çok modern korku/dehşet sineması başyapıtlarından Yaratık’ı (Alien, 1979) çağrıştırmaya başlıyor: İnsanların bedenlerine nüfuz eden ölümcül bir mahlukla uygarlıktan uzakta, izole bir mecrada, dar bir mekanda savaşmak durumunda kalan bir avuç insanın hayatta kalma uğraşını izliyoruz. Yaratık’tan farklı olarak bu kez uzayın derinliklerindeki bir uzay gemisi değil, açık denizdeki bir tekne söz konusu; bir de burada tehdidin kaynağı tekil bir canavar değil, sayısız miktardaki parazitler.

Söz konusu parazitler, bulaştıkları kişiler üzerindeki semptomlarını ancak belirli bir müddet sonra gösterdikleri için Siobhan teknede hayatta kalanların hemen karaya dönmek yerine içlerinde enfekte olan olup olmadığı belli oluncaya dek teknede kendilerini karantinaya almalarını talep ediyor. Ancak bu karantina talebi, evlerini, ailelerini, karadaki yaşamı özlemiş olan muhatapları tarafından sıcak karşılanmıyor; semptom göstermeyenlerin çevrelerindekileri enfekte ederek bulaşı toplum içinde yayacakları uyarısı duyulmazdan gelinip ‘hastalanırsak hastaneye gideriz’ diye özetlenebilecek bir tepki görüyor...

Derin Korku’nun bu bölümünü izlerken günümüzde salgının ikinci dalgasında bilim insanlarının daha fazla gecikilmeden tekrar karantina önlemleri alınması çağrılarının Avrupa’da iş son raddeye gelinceye dek, ülkemizde ise halen kulak ardı edilmesinin, hele İstanbul Tabipler Odası’nın salı günü yaptığı “İstanbul İçin Kapanma Zamanı” başlıklı çağrısının (*) görmezden, duyulmazdan, anlamazdan gelinmesinin akla gelmemesi elde değil.

Kuşkusuz Derin Korku son tahlilde fantastik bir film, üstelik aslında günümüzdeki salgın ve karantina tartışmaları yaşanmadan önce, yani güncel tartışmalardan bağımsız olarak tasarlanmış bir fantastik film, zaten filmde önerilen karantina da küçük ölçekli. Dolayısıyla salgına karşı karantina önlemi sorunsalının önemli bir boyutu es geçilmiş olur bu fanastik film ile günümüz gerçekliği arasında birebir eşleşme yapmanın cazibesine kapılınılırsa: Karantina mağdurlarının kayıplarının devlet desteğiyle karşılanması gereği bu tartışmanın odağına oturtulması gereken işin en can alıcı noktası aslında. Ancak bilim insanlarının karantina çağrılarının, bundan olumsuz etkilenecek halk kesimlerine devlet desteği talebiyle takviye edilerek seslendirilmesi yerine yok sayılması ve bilimin gereği olan ama “popüler” bir talep olmayan karantina çağrısının külliyen sahipsiz bırakılması söz konusu ne yazık ki. Oysa devlet desteği talebine karşı burjuva iktidarının sözcülerinin hazırda tuttuğu ‘ama kaynak yok ki’ minvalindeki itiraz tam da “kaynakların” mevcut kapitalist düzende hangi önceliklerle kullanılmakta olduğunun sorgulanması üzerinden düzen değişikliği talebinin de dillendirilebileceği bir nokta aslında.

(*) https://www.istabip.org.tr/site_icerik/2020/kasim/10kasim_ba.pdf