Bu yılki !f Bağımsız Filmler Festivali’nde izlediğim filmler içinde en favorilerim arasında yeralan Dev Avcısı (I Kill Giants, 2017) dün sonunda vizyona girdi. ABD’de önce 2008-09 yılları arasında yedi sayı, sonra da albüm olarak yayınlanmış aynı adlı bir çizgi romanın uyarlaması olan Dev Avcısı’nın ismi, afişi, fragmanı basitçe fantastik bir çocuk serüven filmi olduğu izlenimi yaratıyor ama aslında perdelerimizde hem çocuklara, hem büyüklere rahatlıkla hitap edebilecek, son derece ‘ciddi ve ağır’, hüzünlü ama son tahlilde pozitif duygulu bir film var.
Senaryosunu, kaynak çizgi romanın yazarı Joe Kelly’nin bizzat ve kendi eserine bir hayli, neredeyse motemot sadık kalarak yazdığı (*); Danimarka asıllı Anders Walter’in yönettiği Dev Avcısı, deniz kıyısındaki ücra bir kasabada yaşayan Barbara adındaki küçük bir kız çocuğununun öyküsünü aktarıyor. Yörede herkesten gizli olarak devlerin yaşadığına ve bu devlerin çok yakında kasabaya saldırabileceğine inanan Barbara, sahile ve çevredeki ormana kendince tuzaklar kurup yerleştirmeye kafayı takmış, tamamen bu uğraş ile meşgul olan tuhaf bir kızdır. Bu küçük kızcağız, kendisi ile yakından ilgilenmeye çalışan okulun rehber danışman öğretmeni ile zoraki bir sohbet sırasında gözyaşlarını tutmakta zorlanarak “Bir dev, bir yere geldiğinde yolundaki herşeyi yokeder. Daha da kötüsü, bir dev sizden herşeyi alır. Yapacağını yaptığında, hayatınızı güzelleştirmiş her şey sanki hiçbir zaman varolmamış gibi olur” diyerek ruh dünyasına ilişkin ilk gerçek ipuçlarını verir. İlerleyen günlerde sonunda “Bende bir sorun var” diyerek bu öğretmenin evine gittiğinde ise onun kendi ailesiyle mutlu biçimde meşgul olduğunu görüp gerisin geriye kaçar. Bu esnada kasabaya çok büyük bir fırtına da yaklaşmaktadır…
Dev Avcısı, tam da finali dahil son çeyreğindeki gelişmeleri önceden ele veren eleştirileri okumadan izlendiğinde seyir deneyimi daha da etkileyici olacak filmlerden. O yüzden bu yazımda, yürek burkan ama son tahlilde ‘acılarla baş edebiliriz’ mesajı veren, üstelik bunu pek de Hollywood-vari toz pembe “mutlu son” bağlamında yapmayan, anaakım toz pembe anlatı bağlama konvansiyonları ile “sanat sinemasının” iç karartıcılığının ötesinde bir yolun da olduğunun mümtaz bir örneğini sunan bu harika filmi, gece denizkıyısı sahnelerindeki görkemli görüntü yönetimini de layıkıyla deneyimleyebilmek için sinema ortamında büyük perdede izleme şansının kaçırılmaması gerektiğini vurgulamakla yetiniyorum.
Mission: Impossible – Yansımalar: ‘Hunhar’ anarşistlere karşı ‘iyi kalpli’ gizli ajanlar (!)
Bu haftanın en yaygın ölçekte vizyona giren filmi ise bir zamanların popüler televizyon dizisi Görevimiz Tehlike’den (Mission: Impossible, 1966-73) türetilen film serisinin yeni halkası olan Mission: Impossible – Yansımalar (Mission: Impossible – Fallout).
İlk iki sezonu bizde 1972-73 ve 1973-74’te, üçüncü sezonu ise 1976-77’de yayınlanan Görevimiz Tehlike, TRT’nin tek kanal olduğu, hatta günde yalnızca akşamları üç buçuk saat yayın yapıldığı dönemde ülkemizde yayınlanmış ilk Amerikan yapımı tv dizisiydi. Gerçekten de harika jenerik müziğinin ve en azından o zaman için bize çok çarpıcı gelen, yanmakta olan bir fitilin arkasında diziden aksiyon sekanslarından kısa kliplerin montajlanmasından ibaret açılış jeneriğinin belleğimize kazındığı bu diziyi bugün, herhalde biraz da 1970’lerdeki hayata duyulan özleminde de etkisiyle, nostaljiyle anımsamaktan kendimizi alıkoyamasak da Görevimiz Tehlike aslında apaçık biçimde Amerikan gizli servislerinin örtülü operasyonlarına güzelleme niteliğinde bir diziydi. Kimi bölümleri, aynen yine Soğuk Savaş çağında doğan ama bilahare detant döneminde anti-Komünizmin nispeten gözden düşmesiyle fantastik anlatılara yönelen ve böylece daha kitlesel bir popülerlik kazanan James Bond’da olduğu gibi, uçuk-kaçık öyküler içerse de pek çok bölümü “Demir Perde gerisindeki” Avrupa ülkelerindeki operasyonları içeriyordu. Yanlış anımsamıyorsan, Susurluk skandalı akabinde, 1970’lerin eli kanlı faşistlerinden biri kendisinin içinde bulunduğu grubun bilahare yurtdışı örtülü operasyonlarda da faaliyet gösterdiğini söylerken kendilerini Görevimiz Tehlike dizisindeki ekibe benzetecekti!
Dizinin ABD’deki yayınının sona ermesinden yaklaşık çeyrek yüzyıl sonra başlayan Görevimiz Tehlike filmleri serisi ise dizidekinden farklı karakterler içermekle birlikte yine aynen dizide olduğu gibi “bu mesaj beş saniye içinde kendini imha edecektir” minvalinde sesli mesajlarla göreve çağrılan Olanaksız Görevler Gücü’nün serüvenlerini içeriyor. Hong Kong’lu aksiyon filmleri ustası John Woo’nun yönettiği ikinci film çok stilize, gözalıcı bir çalışmaydı. Bu en yeni, altıncı film ise, anarşistlerin ne kadar gözü dönmüş ve cani ruhlu, amirlerinin taş kalpliliğinden farklı olarak elde silah dünyayı bu canilerden bizzat koruyan ‘kahramanımızın’ ise ne kadar iyi kalpli olduğunu anlatan pespaye öyküsünün göze batmasını hafifletebilecek derecede görkemli bir aksiyon zanaati performansından da yoksun. Başroldeki ve de filmin yapımcıları arasında yeralan Tom Cruise’un Holywood’un kendine özgü şahsiyetlerinden biri olarak riskli aksiyon sekanslarında dublör kullanmama ısrarı, film bu ön bilgiyle izlendiğinde ilginç bir seyir deneyimi sunsa da, Mission: Impossible – Yansımalar dünyayı değiştirmek, dünyada kurulu düzeni yıkmak isteyenleri, kıyamet takıntılı meczup dinsel tarikatlardan farksızlarmışçasına karikatürize edip öcüleştirmeye, itibarsızlaştırmaya dönük olması açısından Hollywood’un, iktidarın hizmetindeki ideolojik bir araç olduğuna dair ders kitaplarında yeralmayı hakeden tipik bir anaakım “eğlencesi” (!) esas itibariyle.
(*) Dev Avcısı’nı konusu, yakın tarihli bir başka filmin konusu ile kısmen benzerlik gösterse de uyarlanmış olduğu çizgi romanın yayın tarihinin o filmden de, hatta o filmin uyarlanmış olduğu çocuk romanının yayın tarihinden de eski olduğunu not edeyim.