Dün (Cuma) ülkemizde sinemalarda gösterime giren Büyük Gözler (Big Eyes, 2014); bir kadın ressamın erkek egemenliğinin mağduru olarak eserlerinin sahipliğinden mahrum bırakılmasına dair ilginç bir gerçek vakayı perdeye getirmesiyle ve bu arada pazarlama stratejilerinin boyunduruğu altındaki kültürel üretime ilişkin değinmeleriyle haftanın en dikkate değer filmi.
Büyük Gözler, Makas Eller’den (Edward Scissorhands, 1990) bu yana çoğunda Johnny Depp’in başrolde yeraldığı bir dizi popüler ama egzantrik özellikleri üzerinden sıradışı film ile Amerikan sinemasında kendine özgü bir yer edinmiş olan Tim Burton’ın fantastik sinema janrları dışındaki ender çalışmalarından ve Burton’ın dolayımsız olarak ‘toplumsal içerikli’ ilk filmi. Margaret Keane adlı ressamın kariyerini konu alan filmin senaryosu, Burton’ın bir diğer biyografik çalışması olan Ed Wood’un (1994) da senaryosunu yazmış olan Scott Alexander ve Larry Karaszewski’nin imzalarını taşıyor; Alexander ve Karaszewski Büyük Gözler senaryosunu önce bizzat kendileri filme alma düşüncesiyle kaleme almışlar ancak bu bağımsız proje yıllar içinde bir türlü yaşama geçemeyince nihayet Burton önce yapımcı olarak devreye girmiş, daha sonra yönetmenlik görevini de kendi üstlenmiş.
Burton’ın bu kez favori oyuncusu Depp’i kadroya dahil etmediği film, eşinden boşanmış genç bir kadın olan Margaret’in kız çocuğuyla birlikte kendine yeni bir yaşam kurma amacıyla yeni bir kente taşınmasıyla açılıyor. Bu çabasının 1950’lerin muhafazakar ABD’sinin sosyo-kültürel normları içinde bir hayli sıradışı bir girişim olduğu daha ilk iş başvurusu görüşmesinde müstakbel işverenin Margaret’e “kendisinin çalışmasını kocasının nasıl karşıladığını” (!) sormasıyla anlaşılıyor. Boş zamanlarında parklarda portre ressamlığı da yapmaya başlayan Margaret, kendisine kur yapan emlak pazarlamacısı Walter’ı, daha sonra bir arkadaşına ifade ettiği üzere, “çocuklu dul bir kadın için bir nimet” olarak görüyor ve onunla hemen evleniyor. Derken Walter, Margaret’ın aşırı büyük gözlü çoçuk resimleri içeren tablolarını başarıyla pazarlamaya başlıyor ama “kadın sanatçıların ürünlerinin alıcısı olmadığı” gerekçesinden hareketle onları kendisinin çizdiği yalanıyla takdim ediyor, tablolardaki “Keane” imzasının kendisinin de soyadı olmasına da güvenerek! Hızlı ve büyük miktarlarda nakit akışı karşısında Margaret isteksizce de olsa kocasının bu yalanına ortak olmaya, yani hem sessiz kalmaya, hem de evlerinin stüdyoyaya çevrilen tavan arasına kendini kapatarak büyük gözlü çocuk resimleri çizmeye tüm mesaisini vermeye razı oluyor ama içinde bir ukte de kalarak...
Büyük Gözler’de perdeye yansıtıldığı kadarıyla tavanarasında gecegündüz resim çizen Margaret Keane’in durumu bir yönüyle adeta dokuma tezgahları başında günlerini, hayatlarını geçirerek neredeyse karın tokluğuna köle gibi çalışan ve emeklerinin yarattığı değerden başkalarının nasiplendiği kadınları anımsatıyor. Ve tabii bu benzetmeyi tüm emek sömürüsü süreçlerine de genelleştirmek mümkün. Fakat kuşkusuz böylesi benzetmeler ancak belli bir yere kadar geçerli. Çünkü Margaret Keane örneğinde ayrıksı olan özellik, yarattığı ürünlerin maddi karşılığından yoksunluktan ziyade onların yaratıcısı oluşunun görünmez kılınışından kaynaklı manevi yoksunluk. Walter, ülke çapında sansasyonel bir şöhret kazanıp, ulusal dergilerin kapaklarında, televizyon programlarında boy gösterirken, yani tüm sahne ışıkları ona çevrilirken, Margaret’ın payına gölgede kalarak ünlü ressamın ev kadını olan karısı kimliğiyle fonda silik biçimde yeralmak düşüyor. Margaret’in bu esas itibariyle manevi mağduriyetinin ortaya çıkmasını belirlemiş olan koşullar ise bir yönüyle kadını dışlayan veya marjinalize eden erkek egemen ilişkiler ve normlar, bir yönüyle de pazarlama becerisinin öncelik taşıdığı pazar ilişkilerinde üretim yeteneğinin değil de pazarlama yeteneğinin öncelik taşımasının üreticiyi marjinalize eden konumu. Büyük Gözler’in en büyük artısı ise bu iki yönün, erkek egemenliği ile pazarlama egemenliğinin nasıl içiçe geçtiğini sergilemeye elverişli bir vakayı perdeye getirmesi.
Bu temel eksenin yanısıra Büyük Gözler’de bir de, anlatının zaman zaman biraz odak kaymasıyla malul olmasına neden olan bir diğer eksen daha var. Keane’nin tabloları aslında son derece kitsch nitelikte ürünler ve dolayısıyla kartpostal, poster, vb ucuz reprodüksiyonları üzerinden geniş halk kitleleri nezdinde alıcı buluyorlar ama sanat eseri olarak sanat çevrelerinde makbul kabul edilmiyorlar, hatta sanat eseri sayılmıyorlar. Tim Burton sineması için de aynı şeyi söylemek mümkün. Bu kez aslen ‘ciddi’ konu materyaline karşın, ‘yer yer hüzünlü, yer yer eğlenceli’ formatına fazlaca uyan bir film olarak Büyük Gözler dahi bu saptamanın dışında değil. Kuşkusuz ‘yer yer hüzünlü, yer yer eğlenceli’ nitelemesi örneğin Woody Allen sineması için de geçerli olmakla birlikte filmlerindeki derinlikli karakterizasyonların da katkısıyla Allen’ın sinema ‘sanatı’ içindeki konumu pek tartışmaya açık değildir. Büyük Gözler’de ise perdede özellikle Walter nezdinde karikatürizasyon izliyoruz. Yine de Burton’ın bu yeni filmi ilginç ve üzerinde düşünmeye değer bir gerçek vakayı onyıllar sonra gündeme getirerek hoş ama boş olmayan bir çalışma olarak anılmayı hakediyor.