Salgının tırmanması karşısında getirilen yeni kısıtlamalar içinde bir tek sinema salonlarının kapatılması için belirli bir vade kaydedilmiş, diğer mekanlar “yeni bir karar alınıncaya kadar”, sinemalar ise 31 Aralık tarihine dek kapatılmıştı. Ancak geçtiğimiz günlerde sinemalar hakkındaki kapatma kararı 1 Mart’a kadar uzatıldı.
TTB’nin ve bilim insanlarının uyarılarını dikkate alan kişi ve çevrelerin talep ettiği çerçevede genel bir tam kapanmada doğal olarak sinemalar da kapanmalıdır ama kısmi kısıtlamalar söz konusu olduğunda, maske çıkarmadan, konuşmadan oturulan sinema salonlarının, maske çıkarılarak, sohbet edilerek oturulan, dolayısıyla bulaşı en fazla arttıran yeme-içme mekanları kafe-bar, vb. ile aynı kategoride ele alınması doğru değil. Öte yandan akşam ve hafta sonu sokağa çıkma yasakları varken sinemaların tekrar açılması da anlamlı olmazdı zaten. Ne diyelim, sinemalarımıza tekrar dönebileceğimiz koşulların oluşmasını dört gözle bekliyoruz...
Bu köşedeki bir önceki yazımda, eski “normale” yakın bir yaşama döndüğümüzde –bunun ne zaman gerçekleşebileceği meçhul ya da tartışmalı olsa da yuvarlak bir ifadeyle “orta vadede” diyelim– sinemanın kültürel yaşamdaki eski yerine tekrar kavuşup kavuşamayacağı üzerine düşünce egzersizleri yapmış ve sonuç olarak, salgından önce çevrimiçi mecralara karşın sinemaya gitme alışkanlığı olan sinemaseverlerin ‘salgın sonrasında’ eskisinden bile daha büyük bir iştahla sinemaya rağbet edeceklerini ama bu vadede sinema sektörünün hangi ölçekte ayakta kalabilmiş olabileceğinin belirsiz olduğunu savunmuştum.
Bu hafta ise bu bağlamda son olarak, neden film izleme deneyiminde sinema salonlarının öncelikli mecra konumunun korunması gerektiğini açımlamak istiyorum.
Sinemaya gitmenin sosyal bir süreç olması, konunun kuşkusuz en önemli ve en çok bilinen, en çok vurgulanan boyutlarından biri; dolayısıyla, burada uzun uzun üzerinde ayrıca durmaya gerek yok. Yalnızca, sinemaya tek başına gidiyor olunduğu durumlarda dahi, sınırlı domestik alanımızın dışına çıkıyor olmanın, “insanların arasına karışmanın”, en azından mutlak izole yaşamın ötesinde bir konum olduğunu not edeyim.
Konunun ‘teknik’ bir boyutu ise, “ölçek” ile ilgili. Kuşkusuz her film için bu, aynı düzeyde önemli olmayabilir ama bize ağırlıklı olarak “konuşan kafalar” sunanlar değil de kadraj içinin görsel zenginliğinin yüksek olduğu filmleri olabildiğince büyük perdede izlemek ile küçük ekranlarda izlemek arasındaki fark, bir tabloya müzedeki sergi alanında bakmakla onun pul üzerine basılmış reprodüksiyonuna bakmak arasındaki fark kadar büyük olabilir. Ev içi büyük ekranlı televizyonlar bu farkı bir miktar azaltabilecek olsa da bilgisayar ekranı ya da cep telefonundan film izlemek ile sinema perdesinde film izlemenin görsel doyuruculuğunun kıyas kabul etmesi olanaklı değil.
Sinemada film izlemenin, kesintisiz (ya da tek bir seferlik antrakt dışında kesintisiz) bir deneyim olması da en az ölçek farkı kadar önemli. Günlük yaşam esnasında başka uğraşların sık sık kolaylıkla bölebileceği ev içi seyir deneyimi, bir filmi layıkıyla deneyimlemeyi seyrelten bir süreçtir.
Son olarak konunun nesnel değil, geniş bir yelpazedeki kuşaklar için öznel yönüne de değinelim. Yalnızca ileri ve orta yaşlı kuşaklar için değil, daha genç sinemaseverlerin dahi bir bölümü için ‘sinemaya gitmek’, ‘sinemada film izlemek’ sinemasever kimliklerin oluşmasında ‘özel’ yeri olan deneyimler. Külliyen geçmişe duyulan özlem olarak nostalji sorunlu bir yönelim olabilir; çünkü, geçmişin idealize edilişi, geçmişin sorgulanabilirliğinin önüne geçmeyi getirir. Ancak öte yandan bireysel ve kolektif kimliklerin oluşumunda yaşanmışlıkların rolü önemlidir. Kolektif ve bireysel kimliklerin oluşmasında pay sahibi olmuş pozitif pratiklerin insanların yaşamlarından eksilmesi, “anılarda kalması”, yaşamın yoksunlaşması anlamına gelecektir.