Dokuz yeni filmin vizyona girdiği bu haftanın en sıradışı filmi olan Belçika yapımı Evrim (Evolution) aynı zamanda en az salonda gösterime gireni. Bir video oyunundan uyarlanan Hollywood yapımı Warcraft en revaçtaki sinemalardakiler başta olmak üzere 300’den fazla salonda gösterime girerken Evrim ise ‘Başka Sinema’ zinciri üzerinden 12 salonda, üstelik günde yalnızca ikişer, üçer seansta izleyici karşısına çıkabiliyor. Gerçi geçtiğimiz hafta Uluslararası Eleştirmenler Federasyonu tarafından yılın en iyi 10 Avrupa filmi arasına seçilen Ana Yurdu’nun yalnızca dokuz salonda gösterim olanağı bulabilmiş olduğu anımsanırsa, Evrim’in 12 salona ulaşabilmesini ehven-i şer saymak da sözkonusu olabilir!
Öte yandan Evrim şu an ulaşabildiğinden daha yaygın bir ölçekte gösterim şansı bulmayı, yani Istanbul, Ankara ve Antalya’dan başka şehirlerdeki sinemaseverlere de ulaşabilmeyi hakediyor olsa da en genel izleyici kitlesine hitap eden bir film olmadığı da kuşkusuz. David Cronenberg’in yakın dönem değil de eski (1970-1999 arası) filmlerinden bu yana bu kadar ‘tuhaf’ bir film perdelerimize pek gelmemişti. Evrim’in kadim Cronenberg sinemasıyla benzerliği, insan bedeni odaklı dönüşümü temel almasında ve bu dönüşümü cinsellikle bağlantılı bir minvalde ele almasında yatıyor.
Evrim’in konusu yetişkin erkeklerin olmadığı bir adada geçiyor, bu adanın sakinleri ergenliğin hemen arifesinde veya hemen başlangıcında olabilecek yaşlardaki bir grup erkek çocuk ve onların bakımını üstlenmiş genç kadınlardan ibaret. Film, çocuklardan birinin bir gün denizin dibinde bir başka erkek çocuğunun cesedine rastlamasıyla açılıyor. Ancak Nicolas adlı bu çocuk denizde ceset görmüş olduğuna bakıcı kadınları inandıramıyor. Çok geçmeden, dış dünyadan izole bir tedavi merkezi görünümündeki adadaki günlük yaşamın rutinlerinin çok garip pratikler içerdiğini görüyoruz: Kadınlar çocukları yosunumsu bir yemekle besliyorlar, onlara sürekli bir ilaç veriyorlar. Nicolas, aslında hasta olmadıklarına ve kendilerine istemeseler de zorla verilen ilaca gerek duymadıklarına inanmaya başlıyor, daha doğrusu bunun farkına varıyor ve adadaki muammayı çözmek için uğraşmaya girişiyor. Gece vakti yaptığı keşif dolaşmalarında kadınların sahilde bir çeşit orjiyle iştigal ettiklerini, adadaki hastanede ise doğum operasyonlarına dair videolar izlediklerini görüyor.
Öncelikle belirtmek gerekir ki Nicolas muradına eriyor ve bu tekinsiz kadınların çocuklar üzerinde nasıl bir deney yapmakta olduklarını öğreniyor, biz izleyiciler de bu deneye tanık oluyoruz, yani muamma kısmen çözülüyor. Ancak kadınların, içeriğini bilahare anladığımız bu deneyleri hangi sebepten yürütmekte oldukları belirsiz kalıyor; herşeyin tane tane çözümlenerek filmden çıkmayı bekleyen izleyiciler bu yüzden tatmin olmayacaklardır. Evrim Türkiye’de izleyici karşısına ilk olarak Istanbu Film Festivali’nde çıkmış ve gösterimden sonra yönetmen-senarist Lucile Hadzihalilovic ile bir söyleşi gerçekleştirilmişti. Hadzihalilovic bu söyleşide filmin ilk senaryo versiyonunun çok daha fazla unsur barındırdığını ancak o senaryoyu çekmeye yetecek finansman sağlayamadığı için senaryoyu daha kısıtlı maddi olanaklarla çekilmeye elverişli hale getirecek şekilde ve dolayısıyla bakıcı kadınların gerçek kimliğini, vb unsurları belirsiz bırakarak yeni bir çerçevede baştan yazdığını açıklamıştı. Sonuçta ortada bitmiş bir film var ve Evrim’i değerlendirmek için verilerimiz mevcut filmin bize aktardığı kadarıyla, mevcut filmin çerçevesinde olmalı.
Filmin son çeyreğinde açığa çıkan deneylerin içeriğini henüz filmi izlememiş ama izlemek isteyebilecek okuyucular nezdinde açıkça ifade etmeden filmi bu yazıda analiz etmek ise çok zor. Ancak Nicolas’ın muammayı çözme arayışları içinde yukarıda andığım üzere kadınların doğum videoları izlemelerine tanık olmaları üzerinden meselenin doğurganlıkla ilgili olduğunu belirtmekle yetinebilirim. Erkeklerin sahip olmadığı doğurganlık yetisinin erkek bilinci için bir endişe ve hatta korku kaynağı olduğu ve kadim efsanelerden modern fantastik sinema filmlerine kadar pek çok kültürel ürünün erkek egemen kolektif bilincindeki bu endişe ve korkulardan izler taşıdığı kabul edilir. Öte yandan konunun daha bile ilginç ve üzerinde yeterince durulmamış ama durulması gereken bir yönü ise, erkeğin yaşam yaratma olanağına kavuşmasına dair ilk klasik anlatının, Frankenstein romanının, bir kadın yazarın eseri olması! Frankenstein romanı, insanın tanrı rolüne soyunmasına dair bir anlatı olarak yorumlanagelmiş olsa da böylesi yorumlar başkarakterin bir erkek olduğunu gözardı ettiği için bu anlatının aynı zamanda erkeklerin metaforik olarak kadın rolüne soyunmasına dair bir anlatı da olduğunu gözardı eder. Bu perspektiften baktığımızda Frankenstein, kadınların tekelindeki başlıca yeti olan yaşam yaratma yetisinin erkekler tarafından sahiplenilmesine (ve ayrıca bu yaşam yaratma pratiğinin üstelik kadınlara gerek kalmadan gerçekleşebilmesi ihtimaline) dair genç bir kadının tahayyülüdür denilebilir. Evrim’i de anlamlandırırken kadın bir senarist-yönetmenin ürünü olduğunu gözönüne almakta fayda var ve Frankenstein ile hem benzerliği, hem de farklılığı üzerine, yani 200 yıl sonra benzer bir anlatının nasıl farklılaştığına odaklanmak ufuk açıcı olacaktır.