Erdost kardeşlerin Sol Yayınları, Komünist Manifesto’yu 1976’da Dirk J. Struik’in “Komünist Manifesto”nun Doğuşu adlı incelemesi ile birlikte, aynı baskı içinde, ve bu başlık altında yayınlamıştı; Struik’in çalışmasının adeta ana metinden –Manifesto’dan- daha uzun bir önsöz gibi yeraldığı bu derlemede Marx ve Engels’in Komünist Birlik’in tarihçesine ilişkin anlatımları da ekler bölümünde yer alır. Ülkemizde ilk kez Istanbul Film Festivali’nde izleyici karşısına çıktıktan sonra dün Başka Sinema zinciri üzerinden altı şehirde toplam 18 salonda vizyona sokulan Genç Karl Marx (Le jeune Karl Marx) adlı biyografik film de Marx’ın yaşamında Engels ile tanışmasından Komünist Manifesto’yu bu yoldaşıyla ortaklaşa yazmasına dek olan yaklaşık beş yıllık dönemi perdeye getiriyor. Genç Karl Marx’ı izledikten sonra “Komünist Manifesto”nun Doğuşu’nu tekrar okumak hem filmin zaaflarını, hem de bu zaafların bir bölümünün film mecrasının yazılı inceleme mecrasından doğal farkı dolayısıyla mazur görülebilir olduğunu duyumsattı bana. Daha açık bir ifadeyle, Genç Karl Marx’ı Marksist düşüncenin ve örgütlülüğün ortaya çıkışının dört dörtlük bir aktarımını takdim edebilecekmiş gibi bir beklentiyle izlememek veya izledikten sonra böyle bir zanna kapılmamak gerek.
Genç Karl Marx’ın Haitili yönetmeni Raoul Peck, 30 yıllık yönetmenlik kariyeri olan bir sinemacı olmasına karşın ABD’deki siyahi hareketin geçmişini irdeleyen Ben Senin Zencin Değilim (I Am Not Your Negro, 2016) adlı belgeselinin Oscar’a aday olması sayesinde uluslararası alanda geniş bir tanınırlık kazandı; oysa Peck’in Kongo’nun bağımsızlık mücadelesi liderlerinden ve ilk devlet başkanı Patrice Lumumba’nın kısa süreli iktidarını ve emperyalizmin suç ortaklığı ile katledilişini perdeye getirdiği Lumumba (2000) şimdiye dek izlediğim en etkileyici, en unutamadığım tarihsel/siyasal filmlerden biridir.
Genç Karl Marx’ın en büyük artısı, Marx’ın yalnızca bir kuramcı değil, görüşlerinin yaygınlaşması ve etkin olabilmesi için bizzat çaba göstermiş bir dava adamı olduğunu da sergilemesi. Genç Karl Marx’ta Marx ve Engels’in 1840’ların Avrupa’daki sol çevrelerde kendi yaklaşımlarının egemen olması için verdikleri çaba bütünlüklü biçimde perdeye geliyor. Bütünlüklü derken illa derinlikli biçimde perdeye geldiğini kastetmiyorum, örneğin Proudhon’la olan görüş farklılıklarının bu konuda fikir sahibi olmayan ortalama bir izleyici tarafından salt bu film izlenerek kavranabilmesi sözkonusu olamaz; ancak zaten böylesi ağır felsefi bir sorunsalın dramatize bir filmde hakkıyla ele alınabilmesi de pek makul bir beklenti olmasa gerek, en azından yalnızca bu konuya odaklanmayan bir filmde. Genç Karl Marx’tan son tahlilde baki kalan, Marx ve Engels’in, dönemin en yaygın sol örgütlenmesi olan Adalet Birliği’nin isminin Komünist Birlik, belgisinin de “Bütün İnsanlar Kardeştir”’den “Bütün Dünyanın İşçileri, Birleşin!” belgisine dönüştürülmesini sağlamış olmaları; bu gerçekleşinceye kadar dönemin Avrupa solunun önde gelen isimleriyle yaşadıkları tartışmalar, final arifesindeki bu kritik momentte gerçekleşen bu dönüşümün ışığında kabaca da olsa yeterli derecede yerli yerine oturuyor.
Bu noktada bir parantez açarak filmin motemot tarihsel olgulardan saptığı bir-iki husustan birini kaydetmek isterim. Birlik’in isminin değiştiği ilk uluslararası kongresine Marx, seyahat masraflarını karşılayamadığı için katılamamış, yalnızca Engels katılmış, Marx ise ancak birkaç ay sonra yapılan ikinci kongreye katılabilmiştir; filmde ise bu iki kongre tek bir kongre biçiminde tasavvur edilmiş. Peck ve senaryoyu birlikte yazdığı Pascal Bonitzer’in, bir belgesel değil de tarihsel temele dayansa da formel olaral kurmaca bir film yapıyor olmanın rahatlığı içinde daha dramatik temsilleri tercih ettikleri anlaşılıyor.
Genç Karl Marx’ın zaafı ise filmin açılışında bir ormandan odun toplayan köylülerin, toprak sahibinin atlı adamlarının hunharca saldırısına uğramamalarını ve yine başlangıcında Manchester’da Engels’in babasının işletmesindeki çalışma koşullarını perdeye getiren iki sahne üzerinden işçi sınıfının ezilmişliğini genel olarak tarihsel bir arka fon olarak yansıtırken özel olarak Komünist Manfesto’nun yazılmasının gündeme geldiği konjonktürde Avrupa’nın devrimci bir dalganın arifesinde olduğunu yansıtmaya, en azından hissettirmeye yönelmemesi. Öte yandan filme dair içime net biçimde sinmeyen husus ise kapanışta aniden Bob Dylan’ın ‘Like A Rolling Stone’ şarkısının eşliğinde 20’nci yüzyılın daha çok ikinci yarısına ait kimi görüntülerin akmaya başlaması; ne bu şarkının sözlerinin, ne de sözkonusu görüntülerin, o ana dek izlediğimiz filmin dokusuyla, içeriğiyle bağlantısı anlamlı biçimde kurulamıyor.
Ancak yukarıda saydığım bu eksikliklerine ve zaaflarına karşın Genç Karl Marx, Marx’ı, Marksist komünist düşüncenin ve örgütlenmenin doğuşunu, bu konuları pek fazla bilmeyenlere çok anahatlarıyla, vahim bir çarpıtmaya uğratmadan, aktarma işlevi görebilecek bir film. Filmin aktardıklarına ve hatta daha fazlasına zaten vakıf olanlar için ise özellikle “Bütün Dünyanın İşçileri, Birleşin!” belgisinin ve Komünist adını taşıyan örgütlenmenin tarihte ilk defa bilfiil “sahneye çıkmasını” görselleştirilmiş olması üzerinden izlemenin keyif ve hatta coşku verici bir deneyim olduğunu en azından şahsım nezdinde söyleyebilirim.
Osmanlı Subayı
Bu hafta en az sayıda salonda gösterime giren film Genç Karl Marx iken, en çok sayıda salonda gösterime giren ise Osmanlı Subayı (The Ottoman Lieutenant). 250 dolayında salonda vizyona çıkan Osmanlı Subayı’na “Türk yapımı bir Hollywood filmi” diyebiliriz: filmin, 1915’te Anadolu’da yaşananlara dair güncel resmi Türk yaklaşımını Batı kamuoyuna popüler bir janr ürünü üzerinden takdim etmek için finanse edilmiş olduğu hissediliyor. Hakkını vermek gerekirse Osmanlı Subayı, filme adını veren kahramanının, bir grup Ermeni kadın ve çocuğu, onları katletmek üzere oldukları hissedilen bir grup askerin elinden kurtardığı bir sahnede 1915’te Anadolu’daki Ermeni nüfusunun külliyen ortadan kaldırılmasının yalnızca tehcir ve tehcir sırasında açlık, hastalık veya eşkiyaların gerçekleştirdiği münferit saldırılardan kaynaklandığı şeklindeki en inkarcı resmi görüşün dışında bir gerçekliği dolaylı olarak da olsa ima ediyor her ne kadar tarihsel bağlamı ne kadar dengeli yansıttığı ayrı bir mesele olsa da.
Aslında Osmanlı Subayı’nın çatı öyküsü (senaryosu değil, öyküsü); seyredeğer bir popüler film çıkarma potansiyeli olan bir öyküymüş: Doğu Anadolu’daki Amerikalı bir yardım görevlisi ile bir Osmanlı subayın aşkı (“Ermeni sorununun” da bu aşk öyküsünün tarihsel “fonu” olarak perdeye yansıtılması tasarlanmış). Mamafih bu öykü, oldukça çiğ biçimde senaryolaştırılmış ve üstelik araya bir Türk komutanın ağzından ‘siz Amerikalılar çamurda debelenirken biz ne uygarlıklar kurmuştuk; siz yeryüzünden silinip gittiğinizde biz hala burada olacağız’ gibi şoven ve Amerikan kamuoyunun kalbini kazanması düşünülen bir filme hangi mantıkla konulduğu anlaşılamayan replikler de konulmuş.
Ancak Osmanlı Subayı’na bu haftaki bu uzun yazımın sonunda yine de yer vermeden edemememin asıl sebebi ise çok daha traji-komik: Osmanlı subayı ile Amerikalı hemşirenin (filmin fragmanında görülebilen) öpüşme sahneleri, Türkiye’de vizyona giren versiyonda makaslanmış durumda: genç çiftin dudakları ne zaman birbirine yaklaşsa aniden ekran kararıyor! Örneğin Adem-Havva inancının her iki dinde de olmasından hareketle her iki karakterin de aynı tanrıya inandıklarının özellikle vurgulandığı bir filmde bu iki karakterin öpüşmesinin Türk izleyicilere gösterilmesinin tabu sayılmasının, nasıl bir şizofreniyi açığa vuruyor oluşu çok düşündürücü…