Hayat: Demirkubuz'un şaşırtıcı yeni filmi
Aile baskısıyla nişanlanmış olduğu anlaşılan Hicran adlı genç – ve güzel- bir kadının ailesinin evinden kaçıp kaybolmasının ardından yaşananları perdeye getiren Hayat, bazı açılardan şaşırtıcı bir Demirkubuz filmi.
Yerli sinemamızın son çeyrek yüzyıldaki en önde gelen yönetmenlerinden Zeki Demirkubuz’un yedi yıllık bir aradan sonraki yeni filmi Hayat dün (Cuma) ülke çapında toplam 120’den fazla sinema gibi nispeten yaygın bir ölçekte vizyona girdi (geçmişteki Demirkubuz filmleri en fazla 40 sinemada vizyona girmişti). Hayat prömiyerini Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yapacakken festivaldeki sansür skandalı dolayısıyla festivalden çekilen filmler arasında yer almış, zaten çok geçmeden festival de tamamen iptal edilmişti. Demirkubuz’un bu yeni filmi geçen günlerde ayrıca iktidar yandaşı bir gazete yazarının, Demirkubuz’un Gazze hakkında tavır almamış olduğu gibi en hafif ifadeyle akıllara ziyan bir gerekçeyle filmin boykot edilmesi çağrısı yapmasıyla tekrar gündem olmuştu.
Aile baskısıyla nişanlanmış olduğu anlaşılan Hicran adlı genç – ve güzel- bir kadının ailesinin evinden kaçıp kaybolmasının ardından yaşananları perdeye getiren Hayat, bazı açılardan şaşırtıcı bir Demirkubuz filmi. Demirkubuz yakın zamana kadar insanın bencilliğine özsellik atfeder biçimde yorumlanabilecek bir yaklaşım içindeydi; filmlerine, insana ve yaşama dair yansıttığı bakış açısından dolayı “karanlık filmler” denilebilir(di). Hayat ise hem araya serpiştirilmiş kara mizahi veya bazen doğrudan mizahi repliklerle ana gövdesindeki “ağır” havayı yer yer “rahatlatan” bir anlatıma sahip hem de dramatik öyküsüne karşın son tahlilde kendi bağlamında kötümser ya da karamsar olmayan bir anlatı içeriyor.
Hayat Hicran’ın babasının, nişan hediyelerini Hicran’in nişanlısı Rıza’nın dedesine iade etmesiyle ve kızını bulması durumunda onu öldüreceğini beyan etmesiyle açılıyor. Toplam süresi üç saati aşkın olan filmin ilk yarısı, genç oyuncu Burak Dadak tarafından başarıyla canlandırılan Rıza etrafında dönüyor, Hicran ise ilk yarıda yalnızca vesikalık bir fotoğrafı üzerinden ve bir de kısa bir rüya sahnesinde perdeye geliyor. Rıza görücü usulüyle nişanlanmış olduğu Hicran’ın kendisine iki çift laf etmeden kaçıp gitmesine içerlemekte, hatta bu durumu arkadaşlarına açmakta zorlanmaktadır. Nihayet, Hicran’ı arayıp bulup onunla konuşmak istediğini söyleyerek İstanbul’a gelir.
Hayat’ın özellikle ilk yarısı son derece kalburüstü ve adeta bir başyapıt izliyorsunuz hissi veren bir yapıda. Bu minvalde Demirkubuz Türk sinemasının en iyi diyalog yazan sinemacılarından biri olduğunu bu filminde de ortaya koyuyor. Bu arada filmin başlarında Rıza’nın bir arkadaşı “memleket Dallas’a benzedi” dediğinde o yaştaki, o kuşaktan gençler TRT’de 1980’lerin başlarında gösterilmiş Dallas dizisini nereden bilecekler diye aklımdan geçirmişken, Rıza arkadaşına “Dallas neydi ki?” diye sorup arkadaşı da “ne bileyim ben!; ne zaman böyle bir durum olsa babam memleket Dallas’a benzedi derdi” diye karşılık vererek beni ters köşeye yatırmış oldu.
Rıza’nın Hicran’ı bulmasının ardından filmin ikinci yarısında ise bu kez odağa, Miray Daner tarafından yine başarıyla canlandırılan Hicran yerleşiyor. Belki ikinci yarı, içerik itibariyle daha uzun bir zaman dilimini ve çok daha fazla gelişmeyi ilk yarıyla yaklaşık aynı sürede içerdiğinden ilk yarı kadar demlenmeye ve filmin dünyasının içine girip kendinizi kaptırmanıza olanak vermiyor, daha fazla izleyici pozisyonunda olduğunuzu duyumsatan bir seyir deneyimi sunuyor ama Hicran’ın sıkışmışlık halini, özellikle Cem Davran’ın (bu deneyimli, usta oyuncumuz nezdinde “başarıyla” diye eklemeye gerek yok) canlandırdığı karakterle birlikte olduğu sahnelerde, acıtıcı ve sahici biçimde yansıtıyor. Öte yandan tüm bu ‘gam ve kasavete’ karşın yine de anlatı, yukarıda yazının başlarında değindiğim üzere, Demirkubuz sineması açısından şaşırtıcı bir minvalde bağlanıyor.
Yazıda buradan sonra meramımı elverdiğince doğru anlatabilmem için filmin sonunu açık etmem zorunlu; dolayısıyla filmi henüz izlememiş ama izlemeye niyetli olanlar buradan sonrasını okumayı filmi izledikten sonraya bırakabilirler. Sonunda Hicran’ın Rıza’yla hayatını birleştirmeye karar kıldığı Hayat’a çeşitli açılardan eleştirel yaklaşmak söz konusu olabilir. Örneğin Hayat’ın öyküsünün ana çatısının son tahlilde ‘kötü yola düşen bir kadının kurtarılması’ şeklindeki habis konvansiyonlara denk düştüğü iddia edilebilir. Ancak olay dizgesinden hareketle kâğıt üzerinde ilk bakışta geçerli görünebilecek böylesi bir argümanın, filmin bıraktığı duygusal tortu ile örtüşmediği düşüncesindeyim. Hayat’ın olsa olsa, hayatın olağan akışı içinde hayal bile edemeyeceği – ya da anca hayal edebileceği – güzellikte genç bir kadına kendisinin onu mutlu edebileceğini duyumsatarak onun gönlünü kazanabilmeye dönük kadim bir erkek fantezisinin ifadesi olduğu söylenebilir. Bununla birlikte, filmin anlatısının püf noktasının, birbirlerine ilişkin olarak (karşısındakine bir bardak su vermede zorlanma halini içeren) aynı rüyayı ayrı ayrı gören iki karakterin sonunda bir araya gelmeleri olduğunu düşünüyorum.
Öte yandan finaldeki mutlu sonun kendisinin değil ama onun temsilinin içerdiği özellikle bazı unsurların sorunlu olduğu da yadsınamaz. Epilog denilebilecek en son sahnede geleneksel anlamda dört başı mamur bir mutlu çift portresinin akla gelebilecek tüm unsurları, izlerken burada bir parodi mi var dedirtecek kadar aşırı doz halinde perdeye geliyor; Hicran’ın Rıza’dan hamile kalmış olduğunu görmemiz ve ‘bu sayede’ (!) babasının onu affedebileceği umudunun Rıza tarafından dile getirilmesi tüy dikiyor. Keşke Demirkubuz Hicran’ın, kendisiyle nihayet yüz yüze konuşabildikten sonra kenti terk etmeye niyetli olan Rıza’yla bu görüşmenin ardından hayatını onunla birleştirmeye karar verdiğini bize zarif biçimde göstermeye yetebilecek sade bir fırça darbesiyle yetinseydi.