Geçen hafta içinde başlayan 17. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali yarın (Pazar) sona eriyor. Festivalin iki ana yarışmasından Keş!f’in ağır toplarından Portekiz yapımı Hiçlik Fabrikası (A Fabrica de Nada) geçen yıl Cannes Film Festivali’nde Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu’nun (FIPRESCI) ödülünü kazanmıştı. Hiçlik Fabrikası, bir asansör fabrikası işçilerinin, fabrikadaki iş makinalarının bir gece vakti besbelli patronların emriyle fabrika dışına kaçırılmakta olduğunu farketmeleriyle açılıyor. Bu kaçırma girişimini kısmen engellemeyi başaran işçiler ertesi sabah fabrikaya bir “insan kaynakları yetkilisinin” gelişine tanık oluyorlar. Patronların temsilcisinin, küresel ekonomik krizin ihracatı olumsuz etkilemekte olduğu gerekçesiyle fabrikada “yalnızca bazı ufak yeniden düzenlemeler” yapılacağını beyan etmesine karşın, üretimin durmuş olduğu fabrikadaki işçilerin sezgisi haklı çıkıyor ve sözkonusu “insan kaynakları yetkilisi” onları teker teker mülakata alıp belirli bir tazminat karşılığında istifaya davet ediyor. Hatta bu yetkili işini öyle ciddiye alıyor ki istifaya yanaşmayan işçilerin eşleriyle ayrıca görüşüp onlar üzerinden istifaya “ikna” çabasını sürdürüyor. Sonuçta işçilerin bazıları bu teklifi kabul ederken bazıları ise grev seçeneğini tartışıyorlar ama üretimin zaten patronların girişimiyle durmuş olduğu ve tasfiyesine niyetlenildiği belli olan bir fabrikada grevin, yani “üretimi durdurmanın” karşılığının olmadığı koşullarda yasadışı bir eylem olsa da fabrikayı işgal ediyorlar.
Toplam süresi üç saate yakın olan Hiçlik Fabrikası’nın kanımca en başarılı olduğu bölüm, işgal gerçekleşinceye kadarki ilk bölüm. Bu bölümde işçilerin mevcut durumu önce sezmeleri, yavaş yavaş bu sezgilerinin haklı çıkması, bütün bu süreç boyunca gösterdikleri tepkiler, kendi aralarındaki tartışmalar ve farklı tavır alışlar oldukça sahici bir biçimde perdeye yansıtılmış. İşgalden itibaren ise film, olayın doğası gereği örtük bir kara mizah yönelimi de kazanıyor.
Filmin ilginç bir diğer yönü ise zaman zaman üst-ses olarak duyulan ve başta kimliği belirsiz bir kişinin veya kişilerin yorumları; örneğin bu bağlamda “refah devletinin asıl çöküşünün Berlin Duvarı’nın çöküşüyle geldiğini çünkü artık sermaye sahiplerinin işçilerin sırtına merhem sürme gereğinin kalmadığını” duyuyoruz. Filmin ilerleyen bölümlerinde ise bu yorumların bir grup entellektüelin masabaşı tartışmasından geldiğini izliyoruz. Daha çok öz-yönetimin anti-kapitalist mücadele açısından artılarının ve eksilerinin, daha da çok eksilerinin, ele alındığı bu tartışmanın perdeye gelmesinin ise filmin yönetmeni tarafından konunun farklı boyutlarının izleyiciye aktarılması işlevi görmesi için mi tasarlanmış olduğu, yoksa ‘sahadaki mücadeleden kopuk masabaşı aydın muhabbeti’ temsili niyeti mi taşıdığı biraz belirsiz kalıyor.
Hiçlik Fabrikası’nın asıl zaafı ise, kabul etmek gerekir ki, süresinin fazlaca uzun olması, daha doğrusu bu uzun süreyi hakkıyla dolduramaması. Örneğin özellikle bir işçinin aile yaşamının da perdeye gelmesi, bu karakteri sosyal yaşam içinde daha iyi tanıtma sonucu doğuramıyor, yalnızca filmin süresini gereksiz yere daha da uzatan eklentiler gibi duruyor.
Vahşi Oğlanlar
Keş!f’in merakla beklenen bir diğer filmi ise Fransız yapımı Vahşi Oğlanlar’dı (Les garçons sauvages). Geçen yıl yarışmadışı gösterildiği Venedik Film Festivali dahil pek çok festivalde izleyici karşısına çıkmış olmasına karşın henüz Fransa’da dahi ancak önümüzdeki hafta vizyona girmesi planlanan, yani çok yeni bir film olan Vahşi Oğlanlar cinsel kimlik eksenli filmler içinde şimdiye dek izlediğim en şaşırtıcı filmler arasında yerini aldı diyebilirim. Kadın öğretmenlerini cinsel taciz ettikten sonra öldüren ama delil yetersizliğinden beraat eden bir grup hedonist ve maço ergen erkek çocuğun, onları “uysallaştıracağı” taahhüdüyle bir deniz yolculuğuna tayfa olarak alınmalarıyla başlayan Vahşi Oğlanlar, deniz yolculuğu motifinin verdiği esinle bir benzetme yapacak olursam, bir hayli ilginç bir rota izliyor. Filmin anlatısının çarpıcılığının yanısıra sinema dilinin de özellikle görsellik düzleminde gözalıcı olduğu yadsınamaz. Ancak Vahşi Oğlanlar’ın odağında bir dizi ciddi biçimde sorunlu husus da var, en başta bir yandan kadın/erkek cinsel kimlikleri arasında geçirgenlik yansıtırken diğer yandan toplumsal cinsel kimlikler bazında ise boyun eğmeyi içselleştirmiş uysallığı kadınlıkla özdeşleştiren bir kadın/erkek zıt kutuplaşmasını veri alıyor gibi görünmesi.
Hatırlama Egzersizleri
!f’in diğer ana yarışması olan ‘Aşk & Başka Bi’ Dünya’ kapsamında izlediğimiz Paraguay yapımı Hatırlama Egzersizleri (Ejercicios de memoria) ise kanımca kaçırılmış bir fırsat. Paraguay’daki askeri diktatörlük döneminde önce yarı-kaçak konumda silahlı direniş örgütlenmesi içinde yeralan, daha sonra ise gözaltında “kaybolan” bir muhalifin yarı-kaçak olduğu dönemde yanında bulunmuş aile fertlerinin anlatımlarını içeren bir belgesel olan Hatırlama Egzersizleri, belgesel sinemanın “sanat sineması” anlatım biçimlerine özenme eğiliminin bir numunesi. Bu belgesel, “konuşan kafalar” diye küçümseyici bir tabirle hakir görülen konvansiyonal belgesel tarzına daha yakın olsaydı, yani söyleşi yapılan kişilerin söyledikleri ile ilişkisi belirsiz “sanatsal” (!) görüntülerin yanısıra söyleşi yapılan kişilerin yüzlerini de görebilseydik, onların yüz ifadelerini, bakışlarını gözlemleyebilseydik çok daha etkileyici olabilirdi.