Geçen yıl Adana Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Film ödülü dahil dört ödül kazanan Nuh Tepesi, dün (cuma) toplam 175 salon gibi orta-yüksek ölçekte bir dağıtımla vizyona girdi. Kısa filmleriyle tanınan Cenk Ertürk’ün ilk uzun metraj çalışması olan Nuh Tepesi günümüz Türkiye bağımsız sinemasında sıkça rastlanan taşra filmlerinin kadrajına toprak mülkiyeti sorunsalını, üstelik hurafeler üzerinden rant sağlanan bir vaka üzerinden katarak bu bağlamda dikkate değer bir açılım sağlıyor.
Ömer adlı genç bir erkek ve babası, yaşlı adamın çocukluğunun geçtiği köye gelirler. Ömer’in, babası İbrahim’le birlikte olmaktan pek memnun olmadığı ama babasına karşı evlat olarak sorumluluğunu yerine getirme duygusuyla hareket ettiği anlaşılmaktadır. Ölümcül bir hastalığa yakalanmış olan İbrahim’in son arzusu, doğduğu köyde gömülmektir. Ancak İbrahim’in çocukken kendisinin dikmiş olduğunu söylediği ve bulunduğu tepeyi kendisine müstakbel mezar yeri olarak beğendiği bir ağaca artık yörede Nuh peygamber tarafından dikilmiş olduğu inancıyla kutsallık atfedilmekte ve köyün muhtarı Cevdet, dilek dilemek amacıyla bu ağacın bulunduğu tepeyi ziyaret edenlerin yaptığı alışverişler üzerinden yüksek bir kazanç sağlamaktadır! Üstelik, İbrahim’in anlatımına göre ailesinin on yıllar önce köyden ayrılmak zorunda kalmış olmasının sebebi de Cevdet’in ailesiyle yine toprak mülkiyeti anlaşmazlığına dayalı bir husumettir. İbrahim ve Ömer’in, ağacın bulunduğu tepenin mülkiyetinin kendi ailelerine ait olduğunu tapu kayıtlarından kanıtlama girişimi önlerine çıkartılan engellerle sürüncemede kalır ve köyde gerilim artar...
Nuh Tepesi’nde özellikle Cevdet’in kimliği çok iyi yazılmış (ve usta oyuncu Mehmet Özgür’ün çok başarılı bir performans sergilediği) bir dizi sahneyle izleyiciye yansıtılıyor. Agresiflikten kaçınan bir portre çizmeye özen gösteren Cevdet aslında kurduğu düzenin sürmesi için tüm kozlarını ustalıkla kullanan, besbelli tüm köşe başlarını tutmuş, muhtemelen eli her yere uzanan bir ‘oyun kurucu’ konumdadır. Hatta bir keresinde tepenin tapusu İbrahim’in ailesine ait olsa bile on yıllar boyunca ağacın bakımını kendileri yapmış olduğu için ağaç ve tepe üzerinde hak sahibinin kendileri olduğu şeklindeki makul bir argümanı ortaya sürerek Ömer’i ikna etmeye çalışırken izleyicinin de kafasını karıştırır. Ancak bu argümanda görünürde haklılık olmakla birlikte Cevdet aslında örneğin tepeye giden yolu genişletirken yöredeki başka ağaçlara zarar verilmesinden sorumlu olan bir makyavelistten başkası değildir (Bu arada köyün imamının, hurafelere karşı bir din adamı olarak Ömer ve İbrahim’le yakınlık kuran tek yan karakter konumunda filmde yer alışı da üzerinde ayrıca durulmaya değer ama bu yazının kapsamını çok genişleteceği için not etmekle yetineceğim bir husus).
Babasına karşı sıcak duygular beslemeyen ve başlangıçta onun inadına sinirlenen, hatta ağacı onun dikmiş olduğu iddiasının doğruluğundan kuşku duyan Cevdet ise süreç içinde babasının çaresizliği karşısında, daha doğrusu babasını çaresizliğe iten koşulların iyice ayırdına vardıkça bakış açısını değiştirmeye yönelecektir...
Nuh Tepesi’nin anlatı çerçevesi yukarıda ana hatlarını ortaya koyduğum ölçekte kalmıyor ne yazık ki. Senarist-yönetmen Ertürk, Ömer ve İbrahim arasındaki sorunlu ilişkinin geçmişini ve Ömer’in hayatı, kişiliği üzerindeki etkilerini gereğinden fazla açımlamaya yöneliyor ve üstelik bunu ağırlıklı olarak birkaç uzun diyalog sahnesi üzerinden yapıyor. Bu diyaloglara Dostoyevski’den pasajların yedirilmiş olması kağıt üzerinde iyi bir fikir gibi görünmüş olabilir ama bu sahnelerin filmin geneli ile olan doku uyuşmazlığı, edebi değil kitsch bir ambians yaratıyor. Sorun aslında Dostoyevski’den pasajların kendilerini kasten belli edecek tarzda kullanılmalarından ziyade Ömer’in ‘trajedisinin’ izleyiciye ağırlıklı olarak lafzi düzeyde aktarılması tercihinin kendisinde. Oysa Ömer’in ayrıldığı eşiyle yaptığı bir telefon konuşmasında yeni doğan çocuğunun sesini duyarak hüzünlendiği tek bir an, eşiyle dakikalar boyunca yüz yüze gerçekleştirdiği önceki bir konuşmada uzun uzadıya söylediklerinden kat be kat fazla anlam ifade ediyor!
Sonuçta Nuh Tepesi, ilk uzun metraj filmini çeken bazı yönetmenlerin sergilediği, birden fazla filme yetecek / birden fazla filmde hakkıyla değerlendirilebilecek malzemeyi tek bir filme sığdırmaya çalışırken bu malzemenin bir bölümünü üstünkörü sunma zaafından muzdarip olan ama yine de “belirli bir bakışa” sahip bir ‘ilk film’.
Seberg
Haftanın en dikkate değer yabancı filmi ise Jean-Luc Godard’ın Serseri Aşıklar (A bout de souffle, 1960) filmindeki rolüyle tanınan Amerikalı oyuncu Jean Seberg’in 1968’te Fransa’dan anavatanına döndükten sonra ABD’deki radikal siyahi hareketlere verdiği destek dolayısıyla FBI’ın hedefi oluşunu perdeye getiren Seberg.
Ana akım sinemada yıldızlaştıktan sonra bağımsız/sanat filmlerine yönelerek bu mecrada en başarılı genç oyuncular arasına giren Kristen Stewart’ın başrolde olduğu Seberg, Hollywood’un kendisini “küçük bir kasabadan gelip zirveye çıkabilen genç kadın” imajı doğrultusunda, yani ABD’nin bireysel başarılar için fırsatlar ülkesi olduğu söylemini destekleyecek şekilde kullanmasına karşı çıkıp tam tersine şöhretini ülkesindeki adaletsizliklere dikkat çekmek için bir fırsat olarak kullanmayı tercih eden ve bu yolda ısrar ederse iktidarın kendisini ezeceğine dair uyarılara aldırış etmeyen onurlu ve saygıdeğer genç bir insanın portresini sunuyor. Filme getirilebilecek bir şerh, Seberg’in başına gelenlerin, muktedirlerin kirli yöntemlerini teşhir ederken onların gücünün ‘sınırsızlığını’ duyumsatıyor olarak da algılanabilecek oluşu. Bardağın dolu tarafında ise Seberg’in başına gelenler karşısında çaresiz kalmasına karşın en azından görünürde pişmanlığa düşmemesi var.