Yarışma dışı kategorilerdeki filmlerin gösterimleri bu haftasonu sürecek olsa da 35’inci İstanbul Film Festivali’nin ödül töreni dün gece yapıldı. İstanbul Film Festivali uluslararası nitelikli bir festival ancak kapsamındaki Ulusal Yarışma her zaman Uluslararası Yarışma’dan daha fazla ilgi görüyor. 11 yerli yapımın yarıştığı bu yılki Ulusal Yarışma’da 150,000 TL değerindeki En İyi Film Altın Lale ödülünü aynı zamanda dün ‘Başka Sinema’ zinciri üzerinden sınırlı ölçekte vizyona giren Toz Bezi kazandı. Biri Kürt iki gündelik temizlikçi kadının yaşamına odaklanan Toz Bezi başroldeki Asiye Dinçsoy’un performansıyla dikkat çekse de (nitekim Dinçsoy hakettiği üzere En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandı); Ana Yurdu ve Kalandar Havası arasında geçmesi beklenen yarışmanın “ağır topları” arasında değildi. Toz Bezi’nin En İyi Film ve En İyi Senaryo ödülleri bir yana, bu yılki Ulusal Yarışma sonuçlarında şaşırtıcı olan ödüllerin hangi filmlere gittiğinden çok hangi filme gitmediği oldu. Ana jüriden ayrı bir jüri olan Uluslararası Eleştirmenler Federasyonu FIPRESCI jürisinin Ulusal Yarışma kapsamında En İyi Film seçtiği Ana Yurdu’na Müjde Ar başkanlığındaki ana jüri hiçbir dalda tek bir ödül dahi vermeyerek büyük bir şaşkınlık yarattı.
Adana Altın Koza Film Festivali’nde bu satırların yazarının da içinde yeraldığı SİYAD jürisinden de En İyi Film ödülü almış olan Ana Yurdu, boşanmış genç bir kadının kitap yazmak üzere doğduğu köye geçici bir süreliğine tekrar yerleştiğinde başına gelenleri öykülüyor. Genç kadın bireylerin kendi yaşamlarını kendi arzu ettikleri gibi kurma çabalarının önündeki engeller Yeni Türkiye Sineması’nda zaman zaman perdeye geliyor ancak Ana Yurdu’nu Köksüz (2014) gibi öncüllerinden ayıran temel farklardan biri, toplumsal baskının muhafazakar değer yargıları ve İslami bir retorikle devreye sokulduğunu net biçimde perdeye getiren bir çalışma olması. Kuşkusuz Ana Yurdu’nu salt bu özelliğine indirgemek haksızlık olur (son yılların en iyi ve en önemli Türk filmlerinin başında saydığım bu filmi Mayıs ayında vizyona girdiğinde bu köşede kapsamlı olarak mercek altına almayı planlıyorum) ancak dine az ya da çok değen her tür eleştirel yaklaşımı külliyen “İslamofobi” (!); “Kemalizm” (!) addedenlerin alerji duyacağı bir film olduğu da su götürmez bir gerçek. Ulusal Yarışma Ana Jürisi’nin Ana Yurdu’nu tek bir ödüle dahi layık görmemesinde böyle bir dinamiğin de payı oldu mu bilmek olanaksız ancak bu olasılık akla gelmiyor değil çünkü estetik/sanatsal kriterlerin değerlendirilmesi son tahlilde subjektiftir ama bir yere kadar. Belki de ana jüri, filmdeki başkarakterin karşılaştığı baskılara finaldeki isyanını ortaya koyuş biçimini “fazla” aykırı bulmuş olabilir ama filmi bu açıdan eleştirip dışlamak da filmde teşhir edilen muhafazakar değer yargılarının nüfuzunun göstergesi olacaktır.
Yukarıda kaydettiğim üzere bu yılki yarışmada dikkat çeken bir diğer yerli film Kalandar Soğuğu’ydu. Büyük bir yoksulluk içinde yaşayan bir orman köylüsünün, boğasını boğa güreşlerine sokmak gibi kestirme yollardan mali durumunu düzeltme hayalleri peşinde koşmasını perdeye getiren Kalandar Soğuğu tematik açıdan Yılmaz Güney başyapıtı Umut ile kıyaslama refleksi doğurabilecek bir film. Böylesi bir kıyaslamanın ortaya koyacağı ideolojik düzlemdeki tespitler bir yana, ortalama bir sinema seyircisinin uzak olduğu yaşam alan ve pratiklerini sahici biçimde perdeye getirmeyi başaran ve temel karakterleri iyi yazılmış bir çalışma olan Kalandar Soğuğu dört ödül ile ana jüriden en çok ödül kazanan film olurken Kürt sorununa hümanist denilebilecek bir perspektifle ve bir çocuk karakterin odağında olduğu naif bir öykü üzerinden yaklaşan Rauf ise gösterimler sonrası düzenlenen soru-yanıt fasıllarındaki tepkiler bir ölçü ise izleyicilerin en çok sempatisini kazandığı gözlenen filmdi ve Jüri Özel Ödülü’ne layık görüldü.