Klasik bilim-kurgu sinemasının üretim niceliği ve izleyicilerin rağbeti açısından “altın çağı” sayılan 1950’li yıllardaki “uzaylı istilası/uzaylılarla karşılaşmalar” filmlerinin Soğuk Savaş ikliminin izlerini taşıdığı, bu filmlerin çoğundaki uzaylıların Sovyetler Birliği’ne yönelik olarak pompalanan korkuların fantastik temsillerini içerdiği genel kabul görür. Hatta bu filmlerde istilacı uzaylıların geldiği gezegen olarak sıkça işaret edilen Mars’ın zaten “Kızıl Gezegen” biçiminde anılıyor olması da bu temsiller açısından yarı-tesadüfi biçimde cuk oturur!
1980’lerin başında Spielberg’in E.T.’si (1982) tam tersine munis bir uzaylı temsili perdeye getirmiş olsa da 1990’larda Kurtuluş Günü (Independence Day, 1996) gibi Hollywood yapımlarında uzaylı istilası motifi, Soğuk Savaş’ın bittiği ve ABD’nin tek süper güç olarak kaldığı koşullarda ABD’nin dünyanın “hamisi” (!) misyonunun fantastik temsili olarak kendisini göstermişti.
ABD’yle aynı anda dün (Cuma) ülkemizde vizyona giren İstila Altında (Captive State) ise bu janrda ama farklı yönelimde bir film. İstila Altında’nın konusu uzaylıların dünyayı istila etmiş ve ABD dahil tüm ülkelerin uzaylılara teslim olmuş, uzaylıların hükümranlığını kabul etmiş olduğu bir yakın gelecekte geçiyor. Artık uzaylılar “kanun koyucu” konumundadır ve eski ABD devlet aygıtı, uzaylılara hizmet etmektedir. Bu yeni yönetimin, ekonomik sıkıntıları ve “anarşiyi” ortadan kaldırıp dünyaya “barış, birlik ve uyum” getirdiği, bundan dolayı insanların minnet duymaları gerektiği mutlak medya kontrolü üzerinden lanse edilmekte; halk, kitlesel minnet gösterileri için uzaylılara bağlı devlet tarafından seferber edilmektedir. İşin aslı ise uzaylıların yeryüzünün doğal kaynaklarını ve insanların emek gücünü sömürüyor oluşudur.
Bu özetten de anlaşılacağı üzere İstila Altında bir yönüyle sömürgecilik alegorisi gibi duruyor, özellikle sömürgecinin, sömürge halkının yalnızca mutlak itaatini değil, minnetini de üretme çabasının temsilini içermesi açısından. Ancak doğal kaynakların ve insan emeğinin sömürüsü, film boyunca yalnızca bir-iki yerde arka plan bilgisi olarak verildiği ve olay örgüsü içinde öne çıkan bir motif olmadığı için kanımca filmin ana yönelimi değil. Gerek filmin orijinal İngilizce adının “Tutsak Devlet” anlamında oluşu, gerekse filmin fragmanında ilk perdeye gelen sahnenin siyahi bir tutsağın “bir avukat istiyorum” sözüne karşı kendisini sorgulayacak olan yetkilinin “sen de ben de çok iyi biliyoruz ki o günler artık geride kaldı” demesinden de anlaşılacağı üzere filmin öne çıkan yönelimi, ABD’de iktidarın artık despot güçler tarafından ele geçirilmiş olduğunu ima etmek. Dolayısıyla İstila Altında’nın Arınma Gecesi (Purge) filmleriyle akraba ve uzaylı istilası anlatısı içermekle birlikte aslında bir distopya filmi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ancak İstila Altında’yı çok net bir Yeni Sağ alegorisi olan Arınma Gecesi filmlerinden ayıran temel özellik, bu distopyayı uzaylı istilası anlatısı üzerinden kurmasının kaçınılmaz sonucu olarak despotizmin kaynağını son tahlilde dışsallaştırması.
Özellikle yakın dönemdeki pek çok distopya filminde olduğu gibi İstila Altında’da da bir direniş hareketi var. Uzaylılara teslimiyeti kabul etmeyen, uzaylılara karşı savaşı artık onların işbirlikçisi/hizmetkarı devleti de hedefe alarak sürdürmeye kararlı bir grubun büyük bir sabotaj eylemi planı, filmin konusunun odağını oluşturuyor. “Savaşmaya devam ettikçe umut vardır” sözü, filmin temel belgisi olarak öne çıkıyor.
Yılgınlığa, yılgınlığın getireceği teslimiyete, teslimiyetin getireceği işbirlikçiliğe karşı mücadele azmini vurgulayan bir filmi belki de fazlaca ince eleyip sık dokuyarak sinizme düşer gibi olmak istemem ama filmdeki direniş grubunun, göründüğü kadarıyla hiç kitle bağı olmayan, salt konspiratif küçük bir çelik çekirdek olarak büyük bir vuruşla halka muktedirlerin de zedelenebilir olduğunu gösterip halkın bu sayede ayaklanacağı tasavvurunu biraz naif bulduğumu da eklemeden edemeyeceğim.
Türk İşi Dondurma
“Hasılat şampiyonları” Ayla (2017) ve Müslüm Baba (2018) filmlerinin yapımcısı Mustafa Ünlü’nün bu yıl gişede aynı ölçüde başarılı olamayan Çiçero’dan sonraki yeni filmi Türk İşi Dondurma ise haftanın, hatta bu ayın yaygın gösterim ölçeği açısından en majör filmi. Filmin afişlerinde “yalnızca sinemalarda” ibaresinin yeralması, vizyondayken Netflix gibi online platformlara sunulmayacağını ima ediyor ve kanımca sinemanın geleceği açısından kritik bir dönemeçte doğru bir tavır sergilenmiş oluyor.
Türk İşi Dondurma ilk bakışta potansiyel olarak oldukça dikkate değer bir öyküye sahip: 1915’te Avustralya’da yaşayan ve çalışan iki Türk emekçi, İngiltere’nin Çanakkale savaşı için bu ülkeden asker toplamakta olduğu günlerde cepheye gönderilecek Anzak askerlerini taşıyan trene pusu kurmaya girişirler.
Hakkını vermek açısından başta söyleyecek olursak, Avustralya’daki savaş karşıtı hareketi, evlatlarını cepheye göndermek istemeyen Avustralyalı kadınların protesto gösterileri üzerinden yansıtması filmin önemli bir artısı. Hatta protestocuların dağıttıkları bildirilerde Avustralya İşçi Partisi’nin adı bile (İngilizce olarak) görünür biçimde perdeye geliyor.
Ancak, bağımlı olduğu emperyal gücün cephedeki askerlerini takviye etmek amacıyla dünyanın öbür ucundaki ve kendi çıkarlarıyla ilgisiz bir savaşa, Çanakkale Savaşı’na, evlatlarının gönderilmesine karşı çıkan kadınların kahramanlığını sergileyen Türk İşi Dondurma’nın yapımcıları, ABD’nin askerlerini takviye etmek amacıyla dünyanın öbür ucundaki ve kendi çıkarlarıyla ilgisiz bir savaşa, Kore Savaşı’na, bu vatanın evlatlarının gönderilmesine Behice Boran ve yoldaşlarının karşı çıkmış olmasını da bir gün bir filmde yine bir kahramanlık örneği olarak perdeye yansıtırlar mı sorusunu ise hiç sormayalım...
Türk İşi Dondurma, az yukarıda not ettiğim artısı bir yana, herşeyden önce ciddi senaryo zaaflarıyla malul bir film. Başkarakterlerin hayati konularda aldıkları ve zaman içinde değişen kararlarını alma, değiştirme süreçleri dramatik açıdan ikna edici bir derinlikle değil, acel tecel bir yüzeysellikle perdeye geliyor. Gişeye yönelik popüler bir filmde karakterizasyon ve dramatik yapı sağlamlığını beklemek yüksek bir beklentidir denilecekse (oysa Müslüm Baba nispeten bir hayli kalburüstü bir üründü); filmin esas atraksiyonlarından biri olması beklenen mizahi yöneliminin de esasen başkarakterlerden birinin İngilizce bilmemesin, diğerinin de çat pat İngilizce konuşabilmesinin “komikliğine” fazlaca bel bağladığı ortada. Belki 5-10 dakikalık bir televizyon skecinde doyurucu olabilecek bu trük, uzun metraj bir filme sündürüldüğünde çok geçmeden bir hayli banalleşiyor.
Bütün bunların ötesinde Türk İşi Dondurma’nın bambaşka bir düzlemde bir başka ciddi sorunu daha var. Filmin fragmanında ve başlangıcında “bu filmde bahsi geçen olay ve karakterler gerçek bir hikayeden esinlenerek kurgulanmıştır” ibaresi yeralıyor. Kuşkusuz, kurgusal bir filmin gerçek olaylardan esinlenirken tarihsel gerçeklere birebir sadık kalması beklenemez, beklenmemeli. Ancak sanatsal ehliyet, tarihi tümüyle farklı yansıtma ehliyetini de içermez, içermemeli. İşin aslı şu ki, Türk İşi Dondurma’nın “esinlendiği” gerçek tarihsel olay, 1915’te Avustralya’da biri dondurmacılık yapan Asyalı (*) iki müslüman göçmenin, cepheye asker sevkiyatı yapan bir trene değil, yılbaşı pikniğine giden, aralarında kadın ve çocukların da olduğu Avustralyalı sivilleri taşıyan bir trene pusu kurup saldırmış olması; hatta bu olayda hayatını kaybedenlerden biri 17 yaşında bir genç kadınmış... Yazıya bu noktadan sonra devam etmekte, söyleyecek söz bulmakta zorlanıyorum, sözcüklerin kifayetsiz kaldığı, “sözün bittiği yer” yer burası...
(*) Bu iki kişinin, sözkonusu baskını yanlarında Türk bayrağı taşıyarak yapmış olsalar da, artlarında bıraktıkları mektupların Farsçanın Afgan lehçesi ve Hindistan yarımadası Müslümanlarının dili olan Urduca yazılmış olmalarından aslen Türk değil, halife ünvanını taşıyan Osmanlı hükümdarına sadakat belirten Asyalı müslümanlar oldukları anlaşılmıştır.