Bu hafta vizyona giren Jackie’nin (2016) konusu, şayet tek bir cümleyle yüzeysel biçimde özetlenirse, ilk duyuşta tipik bir Hollywood draması, üstelik “tam Oscarlık” bir drama izlenimi verebilir: Bir suikaste kurban giden eski ABD başkanlarından John F. Kennedy’nin eşi Jacqueline Kennedy’nin suikast sonrası yaşadığı dramın öyküsü. Oysa son yıllarda adından övgüyle sözettiren Şilili sinemacı Pablo Larrain’in yönetmen koltuğunda oturduğu bu yarı-bağımsız Amerikan filmi, kamuoyu bilincindeki popüler tarihin nasıl parıltılı efsaneler inşa edilerek yazıldığına, diğer bir deyişle kamuoyu bilincine nakşedilen popüler tarihin odağında efsanelerin, yani gerçekliğe denk düşmeyen kurguların olduğuna dair başyapıt düzeyine yaklaşan bir sinema eseri.
Şili’de 1988’de Pinochet diktatörlüğünü meşrulaştırmayı amaçlayan bir halk oylamasına dönük “hayır” kampanyasını konu alan No (2012) Larrain’in ülkemizde vizyona giren ilk filmiydi. Geçen yıl ise yönetmenin tacizci/tecavüzcü rahiplere odaklanan El Club’ı (2015) vizyona girmişti. Larrain’in Neruda’sının (2016) da önümüzdeki aylarda vizyona girmesi planlanıyor. Jackie ise Larrain’in Amerikan yapımı ve İngilizce olarak çektiği ilk film. Distopya filmleri Labirent (The Maze Runner, 2014) ve Yandaş’da (Allegiant, 2016) imzası olan senarist Noah Oppenheim’in yedi yıl önce yazıp bir türlü bir yönetmen angaje edilemediği için rafta bekletilen senaryosu Larrain projeye yönetmen olarak dahil edildikten sonra onun görüşleri doğrultusunda elden geçirilmiş.
Dünya prömiyerini yaptığı Venedik Film Festivali’nde En İyi Senaryo ödülünü kazanan Jackie’nin başarısı tabii ki yalnızca derinlikli senaryosuna indirgenemez. İyi bir senaryo iyi bir filmin gerekli, zorunlu ön koşulu olabilir ama tek başına yeterli koşulu değildir. Başroldeki Natalie Portman’ın oyunculuğundan tutun da sıradışı bilimkurgu başyapıtı Under the Skin’in (2013) etkileyiciliğinde büyük payı olan müziklerini de yapmış olan Mica Levi’nin özgün müziğine dek Jackie’de bir filmin tüm temel unsurları mükemmellik düzeyinde ve bu unsurlar Larrain tarafından birbirlerini tamamlayan bir bütün içinde yönetilmişler.
Çerçevesini bir gazetecinin dul Kennedy ile suikastten bir süre sonra yaptığı bir röportajın oluşturduğu Jackie biyografik bir film değil, Jacqueline Kennedy’nin yaşamının tamamını ya da uzunca bir bölümünü perdeye getirmiyor, arada First Lady’lik günlerinden bazı enstantaneler sunmakla birlikte esasen suikastin hemen sonrasındaki birkaç güne, suikast ile cenaze töreni arasındaki kısa döneme odaklanıyor. Jackie’yi anlamlandırmak için filmin en başlarında sözkonusu gazeteci ile Jacqueline Kennedy arasında röportaj tam olarak başlamadan önce kopuk kopuk da olsa yaşanan sohbete, daha doğrusu genç kadının karşısındaki deneyimli gazeteciyi tarih, tarih yazımı, gerçeklik ve benzeri konularda adeta sorguya çektiği pasajlara dikkat kesilmenin faydası olacaktır. Filmi klasik bir drama olarak izlemeye koşullanmış olarak izlemeye başladığınızda bu pasajlar çok anlam ifade etmeyebiliyor veya yüzeysel kaçabiliyor ancak film ilerledikçe ve özellikle tamamlandığında herşey yerli yerine oturuyor. Filmin şayet klasik anlamda bir öyküsü varsa bu öykünün omurgası olan cenaze töreni hazırlıkları ve Jacqueline Kennedy’nin bu törenin görkemli olması yönündeki ısrarlı çabası, ‘acılı ama azimli ve yürekli bir kadının kocasına -ve ülkesine- son görevini layıkıyla yerine getirmesinin gözyaşartıcı öyküsü’ olmaktan çok öte. Buradaki anahtar, anlatının motoru, Jacqueline Kennedy’nin tüm güvenlik endişelerine karşın töreni halk arasında ve kitlesel biçimde gerçekleştirme konusundaki mücadelesinin kendisi değil, bu ısrarının ardındaki sebeplerin aşama aşama izleyiciye belli edilmesi. Jacqueline Kennedy, müteveffa kocasının cenaze töreninin yine bir suikaste kurban gitmiş diğer bir eski ABD başkanı olan Abraham Lincoln’ın cenaze töreni kadar görkemli olmasını, hatta birebir o törenin taklit edilmesini istiyor. Çünkü böyle bir törenle John F. Kennedy’nin tarihteki yerinin Lincoln’ınkine benzer bir yer oluşunu sağlama almak istiyor! Ama aslında John Kennedy’nin kardeşi Robert’in Jacqueline ile başbaşa sohbetlerinde itiraf ettiği gibi John Kennedy’nin başkanlığının icraatları açısından iç savaşı kazanıp köleliği kaldırarak tarihe geçmiş bir figür olan Lincoln ile kıyas kabul edilebilecek bir tarafı yok. Üstelik daha sonra Jacqueline’in bir rahibe itiraf edeceği üzere dul First Lady’nin görkemli tören ısrarında kocasının tarihselliğini kurgulama kaygısından daha öznel bir yön daha var: Halk arasında cenaze töreninde ısrar edip böylece güvenlik riski olduğu uyarısı yapılan bir ortamın odağına kendisini koyması ile, kocası vurulduğunda onun hemen yanıbaşında olmasına karşın kendisinin hayatta kalmış olmasının benliğinde yarattığı travma arasında bir bağ mevcut. Dolayısıyla aslında hiçbir şey göründüğü gibi değil.
Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığına dair yönelimin film içindeki bir diğer tezahürü ise Jacqueline’in Beyaz Saray’ın tarihsel yapısının restorasyonuna dönük harcamaları John Kennedy’nin karısının yüzüne karşı müsriflik ve boş işler olarak nitelerken kameralar karşısında kamuoyu nezdinde sahiplenip savunmuş olduğunu görmemiz.
Ancak Jackie bu eleştirel yönelimini sert ve didaktik biçimde izleyicinin yüzüne vurmuyor, yönetmenin amacı hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını teşhir etmek değil, duyumsatmak. Jacqueline, “insanlar, masallara inanmak istiyor” derken bunu sinik biçimde değil hüzünlü biçimde ifade ediyor ve bu hüzün yalnızca Jacqueline’in sözleri üzerinden değil Jackie’nin tüm dokusundan buram buram yayılıyor.