Bu haftanın dikkat çekici filmlerinden biri, 19’uncu yüzyılda Avustralya’da faaliyet göstermiş silahlı bir grubu konu alan aynı adlı bir romanın uyarlaması olan Kelly Çetesi’nin Gerçek Hikâyesi (True History of the Kelly Gang, 2019). Kelly Çetesi Avustralya sosyal tarihinin önemli bir unsuru ve daha önce pek çok başka filme de konu olmuştu. Bu yeni filmin uyarlandığı roman ve dolayısıyla filmin kendisi, adlarıyla ironik biçimde tezat oluşturacak şekilde, Kelly Çetesi’nin öyküsünü tarihsel gerçeklere sadık kalma kaygısı taşımadan ele alan kurmaca çalışmalar. Belki de bu tezat, tarihe, gerçeğe ilişkin malum postmodernist tavırların bilinçli bir tezahürüdür. Tarihsel olayları temel çıkış noktası alan kurmaca sanat eserlerinin her hal ve şartta tarihe mutlak biçimde sadık kalma zorunluluğu olduğunu iddia etmiyorum ama sanatçının sanatsal yaratıcılık bağlamındaki doğal hakkını kullanırken “Gerçek Hikâye” gibi bir başlık atmasını gereksiz bir ironi girişimi olarak görüyorum.
Kelly Çetesi’nin Gerçek Hikâyesi, zaman zaman biçimciliğe de yönelen dinamik bir anlatıma sahip ve çok etkileyici bir seyir deneyimi sunuyor. Anlatımın ötesinde anlatıya baktığımızda ise ilk yarıda (çetenin ileride kurucusu olacak) Ned Kelly’nin çocukluk ve erken gençlik yıllarında yaşadığı yoksulluk, keza yine bu yoksulluk kıskacındaki annesinin onu suça yönlendirme çabalarına karşın ‘namuslu’ bir yaşam tutturma çabaları ve nihayet polislerin kendisine ve ailesine reva gördüğü istismarcı tutumlar karşısında soygunculuk eksenli kanundışı bir yaşama yönelmek durumunda kalması sahicilik hissi veren bir bağlam içinde izleyiciye sunuluyor. Kelly Çetesi şekillenip faaliyete geçtikten sonraki bölümlerde ise Ned başta olmak üzere bu çete, onları kanundışılığa yönelten haksızlıklar yadsınmamakla birlikte sonuçta neredeyse meczuplaşmış bir güruh olarak temsil ediliyorlar. Gerçek tarihsel süreçte Ned Kelly yakalanıp idama mahkum edilince affedilmesi için Avustralya’da kitlesel gösteri yürüyüşleri, imza kampanyaları düzenlenmiş olmasının filmin anlatısının dışında kalmış olması ise sanatsal yaratıcılık ehliyeti kapsamında geçiştirilemeyecek, tartışmaya açık bir tercih.
Kelly Çetesi’nin Gerçek Hikâyesi’ni ilginç bir şekilde geçen yılın en “tartışmalı” filmlerinden Joker’in uzaktan akrabası sayabiliriz. Her iki filmde de sosyal adaletsizliğin de belirleyici katkısıyla hem çılgınlaşan, hem de suç işleyen baş karakterler yer alıyor. Ancak iki eser arasında çok önemli bir fark var. Çizgi roman menşeili Joker, çizgi roman mecrasındaki kökenini aşarak bu karakteri öfkeli yığınların gayri ihtiyarı sembolü ve onların isyanının gayri ihtiyari tetikleyicisi olarak sunuyordu. Tarihsel olarak gerçek bir figürü kurmaca bir anlatıcı içinde sunan Kelly Çetesi’nin Gerçek Hikayesi ise, tarihsel gerçeklik içinde bu karakterin kazanmış olduğu kitlesel sempatiyi kurmaca anlatısında görünür kılmamış!
Filmin bu tercihini, Ned Kelly’nin şahsı hakkında bir film oluşuyla kısmen rasyonalize etmek olanaklı. Toplumsal koşullar, Ned’i şekillendirdiği için filmin anlatısında yer alıyorlar. Ama bireye odaklanmak ve toplumsal bağlamı bireyi şekillendiren çerçeve olarak sunmakla yetinmek ise toplumsal bağlamın şekillendirdiği bireyin pratiğinin de toplum nezdinde iz bırakabileceğini es geçmek oluyor.
Görünmez Adam
Bilim-kurgu edebiyatının öncü yazarlarından H.G. Wells’in Türkçe’ye bazen Görünmeyen Adam, bazen ise Görünmez Adam olarak çevrilmiş olan The Invisible Man (1897) adlı romanı 1933’ten bu yana pek çok sinema filmine kaynaklık etmiş, hatta Yeşilçam’da dahi Görünmeyen Adam İstanbul’da (1955) adında bir film çekilmişti, üstelik usta yönetmen Lütfi Akad tarafından. Dün (cuma) vizyona giren Görünmez Adam ise Wells’in romanının güncelleştirilmiş, son derece serbest bir uyarlaması.
Bu yeni Görünmez Adam filmi cinsel taciz konusunda son dönemde özellikle Batı kamuoyunda öne çıkan duyarlılığın Hollywood’daki yansımalarından sayılabilir bir ölçüde. Ancak MeToo hareketinin öne çıkardığı olgu daha çok çalışma yaşamında güçlü pozisyondaki erkeklerin nüfuzlarını kullanarak bu mecrada kıskaca aldıkları kadınlara karşı gerçekleştirdikleri cinsel taciz vakaları iken, Görünmez Adam’ın konusu ise daha “mahrem” alanda, evli bir çift arasında geçiyor ve spesifik olarak cinsel şiddetin ötesinde genel olarak baskıcı, tacizkar bir ilişkiyi perdeye getiriyor. Bu filmde Görünmez Adam, ellerindeki olanakları, takıntılı biçimde gözlerine kestirdikleri kadınları bıkmadan usanmadan taciz etmek, onlara sarkıntılık etmek, onların bir türlü yakasından düşmemek için kullanmakta maharetli (!) alfa erkeklerin bir metaforu olarak şekilleniyor.
Görünmez Adam, Cecilia adlı genç bir kadının bir gece kocası uyurken evden gizlice kaçmasıyla açılıyor. Kocası Adrian Griffin’in kendisini bulup geri dönmeye zorlayacağı endişesi içindeki Cecilia, birkaç gün sonra Adrian’ın intihar ettiğini gazetelerden öğrenince kocasından artık nihai biçimde kurtulmuş olduğu düşüncesiyle yeni yaşamına huzur içinde başlamaya hazırlanırken görünmeyen bir varlığın kendisini gözlemlediğinden ve zaman zaman varlığını kasten belli ettiğinden kuşkulanmaya başlar. Ancak Adrian’ın intiharının sahte olduğuna ve optik uzmanı bir bilim insanı olan kocasının görünmezlik yetisi geliştirdiğine kimseyi inandıramaz...
Daha önce son yılların en iyi dehşet filmlerinden Testere (Saw, 2004) ve en iyi korku filmlerinden Ruhlar Bölgesi’nin (Insidious, 2010) senaryolarında imzası olan Leigh Whannel’in bu kez hem yazıp, hem de bizzat yönettiği Görünmez Adam, esas itibariyle son derece kalburüstü bir korku/gerilim filmi. Whannel, daha açılışta Cecilia’nın evden kaçış sahnesinde ortaya koyduğu üst düzey gerilimi filmin ana gövdesi boyunca da başarıyla sürdürüyor; hatta, bu gerilimi Görünmez Adam'ın ilk kez ve bir anlığına kısmen görünür olduğu sahnede olduğu gibi zaman zaman dehşetengiz sekanslarla da taçlandırıyor. Ancak bu atmosferin ne yazık ki filmin sonuna dek korunduğu söylenemez.
Görünmez Adam son çeyreğindeki ‘doruk noktasında’ yavan biçimde kaçmaca, kovalamaca, silahlı çatışma içeren aksiyon kurgusuna yönelerek Terminatör filmlerini anımsatır bir hal alıyor.