İronik biçimde pek çok hafta olduğu gibi bu haftanın da açık ara en iyi filmi aynı zamanda açık ara en sınırlı ölçekte vizyona girebileni. Ülkemizde izleyici karşısına ilk kez geçen yıl Adana Film Festivali’nde çıkmış olan İsviçre-Fransa ortak yapımı canlandırma filmi Kabakçığın Hayatı (Ma vie de Courgette, 2016) dün Başka Sinema zinciri üzerinden üç şehirde toplam dört salonda günde yalnızca bir ya da iki seans gösterime girebildi. Dünya prömiyerini geçen yıl Cannes’da yapmış ve bu yılın Oscarlarında “Yabancı Dildeki” (yani İngilizce’den farklı bir dildeki) En İyi Film kategorisinde İsviçre’nin adayı olan Kabakçığın Hayatı, afişine bakıldığında ilk bakışta yalnızca “sevimli br çocuk filmi” izlenimi veriyor ve gerçekten de sevimli bir film ve de bir çocuk filmi ama şaşırtıcı derecede olgun temaları hem cüretkar, hem de zarif biçimde işlemeyi başaran sıradışı bir çocuk filmi. Kabakçığın Hayatı’nın ayrıksılığı, örneğin ne Tim Burton’ın Frankenweenie’si (2012) gibi aslında son tahlilde yetişkinlere göre bir film gibi, ne de çocuklara ‘doğru mesajlar’ verirken bunu risk almadan yapan, hiçbir ebeveynin kaşlarını kaldırmasına mahal vermeyen ortalama anaakım canlandırma filmleri gibi olmaması.
Bir roman uyarlaması olan Kabakçığın Hayatı, bir cümlede özetlemek gerekirse, bir öksüzler yurdundaki bir grup çocuğun anne-babasız yaşamanın hüznüyle başa çıkma ve yaşama tutunma çabalarını anlatıyor. Fakat daha filmin açılışında, başkarakter Kabakçığın alkolik annesinin ölümüne kazara sebebiyet vermesini izlediğimizde bunun sıradışı bir çocuk filmi olduğunu da hemen en başta anlıyoruz. Öksüzler yurdundaki diğer çocukların geçmişleri de birer birer açımlandıkça onların neden içine kapanık veya tam tersine agresif oldukları anlaşılıyor: kiminin ailesinde cinayet, intihar vakaları yaşanmış, kimisi aile içi cinsel tacize uğramış. Fakat Kabakçığın Hayatı hiçbir zaman sansasyonalizme yönelmiyor, bıraktığı etki şoke edicilik değil, en fazla hüzün ve akabinde dostluğun, arkadaşlığın getirdiği dayanışma duygusunun bu hüznü sağaltıcı etkisini duyumsamak.
Kabakçığın Hayatı’na getirilebilecek tek eleştiri, anlatıdaki kamu görevlilerin çok iyi kapli olmalarının gerçekliğe aykırı bir temsil oluşu olabilir. Ancak filmdeki temel kötü karakterin, Kabakçığın gönlünü kaptırdığı küçük kızın gözünü para hırsı bürümüş uzak akrabası olduğu göze alındığında Kabakçığın Hayatı’nın sosyal devlet ve kan bağına dayalı aile nosyonları arasında net biçimde taraf tutma kaygısı içinde çubuğu büktüğü düşüncesindeyim.
Tabii bir de Kabakçığın Hayatı’na dair bahsi kapatmadan önce, delinin posteki sayması kadar sabır isteyen ve dolayısıyla çok nadir kullanılan bir teknik olan stop-motion temelli bir canlandırma filmi olduğunu not etmek gerek. Genellikle kil veya benzeri hammaddelerden yapılmış figürlerin her bir kare için ayrı ayrı, ufak ufak hareket ettirilip kameraya alınması olarak açıklanabilecek bu tekniğin iyi ve sade bir kullanımı sözkonusu Kabakçığın Hayatı’nda. Görkemli hareketli planlar pek yok, karakterlerin yüz ifadeleri de genellikle az sayıda türevi olan basit ağız ve göz hareketleri ile veriliyor. Gösterişli stop-motion uygulamaları da filmine göre hayranlık verici olabilir kuşkusuz ama sanki Kabakçığın Hayatı’na bu yalın uygulamalar gerçekten de daha iyi gitmiş.
American Honey
Geçen yıl Filmekimi’ndeki ilk gösteriminden bu yana, hatta belki de afişi ve fragmanı internete ilk düştüğünden beri neredeyse fanatik bir hayran zümresi oluşturmuş olan İngiliz-Amerikan ortak yapımı American Honey (2016) de bu hafta nispeten sınırlı ölçekte vizyona giren filmler arasında yeralıyor ve muhtemelen haftanın sinemaseverler arasında en çok konuşulacak filmi olacak. Genç ve güzel insanların kamusal alanlarda şarkı söyleyip dans etmelerini içeren filmlerin, hele Türkiye’nin şu anki ortamında bazı bünyelere ilaç gibi gelmesinde şaşılacak bir şey yok. Hatta American Honey’nin daha önce hiçbir oyunculuk deneyimi olmayan genç başrol oyuncusundan şahane bir oyunculuk performansı çıkartılmasının başarıldığı bir film olarak göz kamaştırıcı olduğu da yadsınamaz. Ancak hem oyunculuk performansları ve oyuncu yönetimi, hem de cazip görsel/işitsel dokusunun yapılandırılması açısından “çok iyi” bir film olmasına karşın American Honey’nin “marjinal” yaşam pratiklerinin temsilinde egemen kapitalist kültürün kuşatıcı tezahürlerini normalleştiren ve hatta yücelten yönelimine de işaret etmek gerek.
American Honey, yoksul ve boğucu bir yaşam içindeki Star adlı çok genç bir kadının şehir şehir dolaşarak dergi aboneliği satan bir grup yaşıtının arasına katılmasıyla başlıyor ve bir “yol filmi” olarak sürüyor. Filmin finalindeki –son derece klişe- “sembolik” bir mizansenin ışığında aslında başkarakterin kendini bulma, büyüme öyküsü içerdiği düşünülebilir, özellikle gönlünü kaptırdığı genç erkeğin çelişkili tutumları ile şu ya da bu şekilde (hangi şekilde olduğu kasten muğlak bırakılarak) ruhen “halleşmesi” ve huzura varması açısından. Geçiniz bir kalem. Finalde izleyicinin öyle düşünmesine olta atan o pek “estetik” ve de pek “sembolik” mizansen olmasa Star’ın film boyunca dergi satan gruba katıldıktan sonra yaşadıkları ışığında bir süreç içinde ruhen bir yerden bir yere geldiğine dair pek bir done yok senaryoda. American Honey klasik anlamda bir öykü içermiyor, tersine bize bir dizi tasvir sunuyor (ve bunu çok iyi yapıyor). Gençlerin her bir uğraklarında karşımıza farklı veçheleri çıkan bir Amerika tasviri, bir yandan da bu gençlerin bu Amerika’nın bağrında yersiz yurtsuz biçimde dolaşarak sürdürdükleri “alternatif” yaşamın tasviri. Bu “alternatif” yaşam ise kapitalizmin tüm ama tüm trüklerini, özüne dokunmayıp yalnızca görünümünü dönüştürerek içselleştirmiş biçimde yeniden üretmeye tekabül ediyor ancak film bu tekabüliyeti eleştirel bir yönelimle sunmaktan çok uzak duruyor.