Karanlık Lanet ve Şeytanın Kapısı: Taciz mağdurları dayanışması ve Katolik kurumların suçları
Türkiye’de son yıllarda her ay yarısına yakını yerli yapım olmak üzere birkaç korku filmi gösterime çıkarken yaz aylarında bu sayı daha da artıyor. Daha şimdiden bu hafta iki yeni korku filmi vizyona girdi. Yerli korku filmlerimiz bahsinde aynı iddiada bulunamam ama korku sineması genelde, “popüler sinema” içinde toplumsal cinsel kimlik eksenli ve diğer toplumsal-siyasal temalara fantastik kalıplar içinde de olsa -veya belki bu sayede – en fazla ağırlık veren türdür. Nitekim bu haftanın her iki korku filmi de oldukça ilginç, hatta çarpıcı yapımlar.
Kanada’da İngilizce çekilmiş bir Avusturya yapımı olan Karanlık Lanet (The Dark, 2018), polis tarafından aranmakta olan bir adamın saklanmak için geldiği bir ormannın derinliklerinde vahşi görünümlü, yüzü yara bere içinde, neredeyse çocuk yaşlarda çok genç bir kadın tarafından baltayla öldürülmesiyle başlıyor. Adamın arabasında bir battaniye altında ise gözleri kör edilmiş, yine neredeyse çocuk yaşlarda, Alex adında çok genç bir erkek bulunmaktadır. Mina adlı “vahşi kız”, aciz durumdaki akranına kol kanat gerecek, çok geçmeden ikisi arasında daha çok abla-kardeş ilişkisine benzer bir yakınlık gelişecektir.
Gece vakti geçen bir sahne hariç görsel olarak pek karanlık barındırmayan Karanlık Lanet’e adını veren “karanlık”, her iki gencin de mağduru olmuş olduklarını öğreneceğimiz, anlayacağımız erkek şiddeti ve/veya tacizine atıfta bulunuyor besbelli. Mina, cinsel taciz karşısında pasif kurban konumunda kalmayı reddederek kendisini “uygarlık” dışında farklı bir yaşam (belki de bir “yaşayan ölü” varoluşu) içinde bulmuş genç bir kadın. Alex ise edilgen bir kurban. Her ikisinin de bedenleri ve daha da fazla ölçüde ruhları yaralı bu iki insan evladının yollarının kesişmesi her ikisi için de farklı biçimlerde de olsa kurtuluşa giden yolu açacak, Alex şiddete karşı başka çare kalmadığında her türlü eyleme geçme noktasına gelebilecek; hem bir başka mağdura kol kanat germenin, hem de gerektiğinde birisinin kendisini de savunmaya giriştiğini nihayet görmenin ise Mina açısından sağaltıcı bir etkisi olacaktır.
Yönetmen-senarist Justin P. Lange’ın ilk uzun metraj çalışması olan Karanlık Lanet, erkek şiddetinin mağdurları arasında erkeklerin de olduğunu ve bu şiddet karşısında dayanışmanın toplumsal cinsel kimlikler ötesi olabileceğini perdeye getirerek cinsel özselcilikten muaf, ilerici bir yönelime sahip. Üstelik özselciliğe düşmezken tam tersi bir uca savrulmayarak bu savaşımda kadının öncü konumunu da dışlamak bir yana veri alıyor.
Basın ön gösterimi yapılmasına tenezzül edilmeyen bu sarsıcı yapım, kan-revan düzeyi çok yüksek olmakla birlikte aynı zamanda son yıllarda perdelerimize gelen en duygusal, en hüzünlü korku filmlerinden biri. Ama bu hüzün, çıkışsızlık yüklü ve dolayısıyla karamsarlığa kapı açan bir hüzün değil, insani ilişkilerin sağaltıcı gücünü de açığa vurduğundan çekilen tüm acılara karşın beraberinde umuda da işaret eden bir hüzün.
Haftanın diğer ve yine dikkate değer korku filmi olan Kuzey İrlanda yapımı Şeytanın Kapısı da ne yazık ki basın ön gösterimi yapılmasına tenezzül edilmeden sessiz sedasız vizyona sokuldu. Konusu 1960 yılında geçen Şeytanın Kapısı (The Devil’s Doorway, 2018), ilk bakışta arka fon olarak Katolik aleminin sayısız tarihsel yüz karalarının önde gelenlerinden biri olan ve yıllar önce Venedik Film Festivali Altın Aslan ödüllü Günahkar Rahibeler (The Magdalene Sisters) ile aşina olduğumuz Magdalene Çamaşırhaneleri’ni alan bir korku filmi. Nitekim filmin açılışında bu çamaşırhanelere ilişkin özlü bir bilgi aktarımı yazılı metin halinde perdeye geliyor. Kısaca anımsayacak olursak, 1990’lara dek faaliyetini sürdüren bu kurumlar, kürtajın yasak olduğu Katolik toplumlarda evlilik-dışı hamile kalmış olanlar başta olmak üzere “düşmüş kadınlar” olarak tanımlanan kadınların, rahibelerin otoriter yönetimi altında karın tokluğuna fiilen köle olarak çalıştırıldığı ticari işletmelerdi. Öte yandan konusu doğrudan bu çamaşırhanelerin birinde geçse de Şeytanın Kapısı aslında bu çamaşırhanelere paralel biçimde var olmuş yine inanılmaz derecede insanlık-dışı bir diğer Katolik kurumundaki benzer bir başka trajediden de besleniyor. Kürtajın yasak olduğu bu toplumlarda istenmeyen hamilelik geçiren kadınların rahibelerin gözetiminde doğum yaptıkları ve çocukların doğumdan sonra annelerinden ayrılarak alıkonulduğu “yuvalar”, daha çok bu çocukların çocuksuz zengin ailelere üvey evlat olarak satılmaları üzerinden kötü şöhretliler. Ancak geçtiğimiz yıllarda ortaya çıkan, daha doğrusu geçtiğimiz yıllarda kamuoyuna mal olabilen bir vakada bu yuvaların birinin bir zamanlar bulunduğu bir arazide eskiden bu yuvanın foseptik çukuru olarak kullanılmış yeraltı kanallarında yüzlerce -tahminen 800’e yakın!- bebek iskeletinin bulunmuş olması filmin diğer ve örtük ama esas referansı, esin kaynağı…
Şeytanın Kapısı, “düşmüş” (!) kadınların çalıştırıldığı çamaşırhanelerden birini de barındıran bir manastırdaki bir Meryem Ana heykelinin göz yuvalarından kanlı gözyaşları geldiği iddiasını araştırmak üzere bu manastıra gelen iki rahibin başından geçenleri öykülüyor. Bu rahiplerden biri bu araştırmanın safhalarını 16 mm. kameraya da almaktadır ve biz seyirciler Şeytanın Kapısı’nda bu amatör “görüntüleri” izliyoruz. Nitekim Şeytanın Kapısı da dijital olarak değil, gerçekten de 16 mm film üzerine çekilmiş ve bu isabetli tercih, filme görsel olarak sahicilik hissi katıyor.
Şeytanın Kapısı, ikili ekibin lideri konumundaki emektar rahibin şüpheci karakterine karşın fantastikten ödün vermeyen bir anlatıya sahip. Ancak söz konusu rahibin, heykellerin “ağlayabileceğine” ihtimal vermemekte yanıldığı çok geçmeden belli olsa bile yeryüzündeki kötülüğün sorumluluğunun Katolik Kilisesi’nin kurumları ve pek çok ferdi dahil beşeri olduğuna dair inancı, öyküsü meşum çamaşırhanelerde geçen bir filmden bekleneceği üzere doğru çıkıyor. Bir noktadan itibaren ruhun/bedenin şeytan tarafından ele geçirilmesi alt-janrının ikonografisini de içermeyen başlayan Şeytanın Kapısı bu bağlamda, korku sinemasının önde gelen eleştirmenlerinden Kim Newman’ın bu filme dair yazısında işaret ettiği üzere, bu alt-janrın öncüsü, rol modeli Şeytan (The Exorcist, 1973) başta olmak bu alt-janrdaki pek çok filmdeki Katolik inancı olumlayan yönelimlere zıt biçimde bu ikonografiyi Katolik kurumların ve bu kurumlardaki görevlilerin kötücüllük potansiyelinin temsili hizmetinde kullanıyor.
Şeytanın Kapısı, geçtiğimiz yıllarda düşük bütçeli korku filmleri için can simidi olarak sıkça kullanılarak bir dönem furya halini alan ama başarılı örnekleri seyrek çıkmış sözde “buluntu görüntü” formatında bir film olmasına karşın bu minvaldeki çalışmaların hem teknik olarak hem içerik olarak en kalbur üstü ürünlerinden. Belki finale doğru gereksiz yere -ya da tam anlaşılamayan bağlantılarla- fazladan bir yan olay-örgüsünü de anlatıya dahil etmesiyle kısmen malul olmakla birlikte yer yer gerçekten de ürkütücü sahnelerin başarılı bir tasarım ve icra ile perdeye geldiği film aynı zamanda kürtajı meneden bir zihniyetin, bebek bedenlerini lağımlara atmakta beis görmemekteki insanlık dışı riyakarlığını duyumsattığı için de değerli.
Aladdin
Haftanın öne çıkan ana akım filmi olan Disney yapımı Aladdin (Aladin) ise sihirli lamba masalında bu kez ön plana Alaaddin’i ya da cini değil prensesi çıkararak ve bu prensesi, stratejik hanedan evliliklerinin müstakbel gelini biçimindeki geleneksel rolü kabullenmek istemeyen bir karakter olarak temsil ederek söz konusu masala feminist açılım katmaya yönelen bir popüler sinema ürünü. Filmin bir şarkısındaki dizelerde de açıkça ifade edildiği üzere kadının “görünür olması ama duyulur olmaması” geleneği hedef tahtasında. Kadının, kamusal alanda asgari düzeyde görünür olmasının dahi şeri sayılmadığı coğrafyalar için kuşkusuz bu ifadeyi ilk duyuşta kavrayıp anlamlandırmak kolay olmasa da burada kastedilen, kadının erkek bakışının nesnesi olmakla yetinmesi ama söz sahibi olmaması geleneği.