Muktedir bir kuruma ‘Davud, Golyat’a karşı’ misali kafa tutulmasına dair ve genellikle bu doğrultuda zorlu bir hukuk savaşımı verilmesini içeren gerçek olayları ana akım sinema bağlamında ama neredeyse belgesel duyarlılığıyla perdeye getiren dikkate değer filmler son dönemde artmış görünüyor. Kuşkusuz modern sinema tarihinde bu tür filmler en azından Watergate skandalından beri çekiliyordu ama son yıllarda tekrar revaçtalar. Yakın dönemde bu bağlamda ilk akla gelenler Amerikan sinemasından çıkan ve her ikisi de araştırmacı gazetecilik vakaları konulu Spotlight (2015) ve The Post (2017) olsa da, son aylarda izlediğimiz Fransız yapımı Yüzleşme (Grace a Dieu, 2019) Katolik Kilisesi’nin cinsel taciz vakalarını örtbas etmesine karşı taciz mağdurlarının verdiği hukuk savaşımını, Amerikan-İngiliz ortak yapımı Resmi Sırlar (Official Secrets, 2019) ise Britanya hükümetinin Körfez Savaşı arifesindeki gayrı-meşru bir örtülü faaliyete ortak oluşunu sızdıran bir istihbarat görevlisinin kendisine karşı açılan davada savunulmasını konu alıyordu.
Dün (cuma) vizyona giren Karanlık Sular (Dark Waters, 2019) da bu minvalde, hatta bir açıdan özellikle Resmi Sırlar’ı anımsatan bir çalışma. Resmi Sırlar’da baş karakter, devlete bağlı istihbarat servisinde çalışırken hükümeti teşhir eden bir görevliydi; Karanlık Sular’da ise, kimya endüstrisindeki şirketleri savunmakta uzmanlaşmış bir avukatın, bir grup biçare yurttaş adına ABD’nin dev kimya şirketi DuPont’a dava açması perdeye geliyor.
Karanlık Sular’ı izlemeden önce DuPont davasına ve bu şirketin siciline şahsen aşina değildim; nitekim, filmi izledikten sonra yaptığım bir gazete arşiv taramasında yalnızca
2005’te Cumhuriyet gazetesinde çıkmış ‘Teflondaki Öldüren Kuşku’ başlıklı kısa bir haber bulabildim (öte yandan tam da aynı yıllarda basınımızda teflon tavalar başta olmak üzere çok sayıda DuPont ürünü reklamı yayınlanmış!!!). İşin özü şu ki, teflonun mucidi olan DuPont, teflon tavalar başta olmak üzere çok sayıda günlük kullanım ürününde yalıtım amaçlı kullanılan teflonun temel bileşimi olan sentetik bir maddenin sağlığa zararlı olduğunu kendi araştırmaları sonucu yıllar önce tespit etmiş olmasına karşın, bu gerçeği göz ardı etmiş. Bu noktada not etmeliyim ki, teflonlu ürünlerin kullanımının ne ölçüde sağlığa zararlı olduğu konuyla bağlantılı ama farklı bir tartışma konusu; Karanlık Sular’a konu olan süreç ise, teflonun bileşimindeki sentetik maddenin de üretildiği bir tesiste çalışanların ve yöre halkının maruz kaldığı sağlık sorunlarıyla ilgili.
Robert Bilott, mesleğinde yükselmekte olan başarılı bir avukattır; tam da çalıştığı avukatlık firmasında terfi ederek firmanın ortakları arasına katıldığı günlerde büyükannesinin tanıdığı olan ve onun referansıyla kendisine başvuran bir çiftçiyi karşısında bulur. Kimyasal bir tesis yakınlarındaki çiftliğindeki büyükbaş hayvanların zehirlenme belirtileri göstererek ölmeye başlamaları üzerine tesisten yöredeki dereye kimyasal atık bırakılmakta olduğundan kuşkulanan adam, Bilott’tan yardım istemektedir. Konunun dallanıp budaklanabileceğini en başta pek öngörmeyen Bilott kısa bir tereddütten sonra, çiftçinin vekaletini üstlenmeyi kabul eder. Ancak araştırmaları onu yörede insanları da etkileyen çok daha yaygın ve geçmişi yıllar öncesine uzanan sağlık sorunlarını ve bu sorunların sebebini keşfetmeye götürür ve kariyerini riske atma pahasına kendisini bu vakaya adar... Filmin şaşırtıcı sahnelerinden birinde, DuPont’taki meslektaşı bir parti esnasında Bilott’a önce “bir çiftçi uğruna kariyerinin üstüne sifonu mu çekeceksin?” diye soruyor ve Bilott’un kararlılığını görünce de herkesin duyabileceği bir ses tonuyla ona galiz bir küfür ediyor...
Karanlık Sular, dev bir şirkete karşı (filmin bir noktasında DuPont’tan Amerikan iş yaşamının “ikonik” şirketlerinden biri olarak söz ediliyor) verilen bir mücadele gibi zorlu bir konunun pek çok yönünü hiçbirini atlamadan perdeye getirmeye yönelen bir çalışma. Örneğin, yöre halkının önemli bir kesiminin yörede istihdam sağlayan DuPont’a dava açılmasını en başta hoşnutsuzlukla, hatta husumetle karşılaması da perdeye geliyor, Bilott ve eşi arasındaki ilişkinin bu süreçte geçirdiği kısmi gerilimler de, hatta tüm bu süreçteki stresin Bilott’un sağlığını bozması da. Filmin iki saati aşkın süresinin, olayın tüm bu yönlerinin hepsinin tam randımanlı biçimde işlenmesine el verdiği kuşkulu. Ancak Karanlık Sular’ın temel ekseni sağlam bir rota üzerinden işleniyor.
Bilott’un patronu, DuPont’a karşı davanın artık hayvanları ölen çiftçinin ötesinde yörede sağlık riski altındaki binlerce kişinin vekaleti de üstlenilerek sürdürülmesine onay verme kararını firmanın diğer ortaklarına şu sözlerle açıklıyor: “Amerikan şirketleri daha iyisini yapabilirler. Çizgiyi aşana haddini bildirmek gerek. Ancak bu şekilde sisteme güveni yeniden tesis edebiliriz.”
Katartik bir havada ifade edilen bu replikleri duyduğumda Karanlık Sular’ın da son tahlilde bir Hollywood filmi olmanın ötesine geçememek bir yana, tam da Hollywood’un egemen ideolojinin yeniden üretilmesinin araçlarından biri olduğunun derslerde okutulacak kaba bir örneğine döndüğü hissine kapılmıştım. Oysa senaristler meğerse izleyiciyi bir miktar ters köşeye yatırmayı hedefliyorlarmış...
Önce, anlatı içinde çok fazla öne çıkarılmasa bile, Bilott’un açtığı tazminat davasına paralel ama ayrı olarak adalet bakanlığının DuPont hakkında açtığı soruşturmadan vazgeçtiği haberi, Bilott tarafından “hükümetimiz DuPont’un esiri olmuş” sözleriyle yorumlanıyor.
Bilahare Bilott’un yöre sakinleri adına yürüttüğü süreçte de, DuPont’un hiçbir taahhüdünü yerine getirmeyip yargı sürecini yokuşa sürme taktiğine başvurması karşısında Bilott’un sözleri ise patronunun yukarıdaki sözlerindeki “sisteme güven tesisi” yöneliminin yadsınması hissi veriyor: “Sistem hileli! Sistemin bizi koruyacağını düşünmemizi istiyorlar. Devlet, bilim, şirketler değil kendimizi yalnızca kendimiz koruyabiliriz.”
Kuşkusuz, Karanlık Sular’ın işaret ettiği nokta makro anlamda bir sistem değişikliği değil (Bilott’un yaptığı da yılgınlığa düşmeden, inatla hukuk mücadelesini sürdürmek). Ama yine de bir perspektif değişikliği çağrısı yapıyor. Yurttaşların, şirketlerin insafa gelebileceğini veya kolayca pes edebileceğini sanmamaları ve ne devletin, hatta ne de bilim çevrelerinin şirketler karşısında halkın çıkarını savunacağına güvenmemeleri gerektiği çağrısı bu.
Peri: Ağzı Olmayan Kız
Yerli korku sinemamızdaki baskın yönelimden ayrı olarak İslami motiflere dayanmadan, daha çok 1970’lerin, 1980’lerin kıta Avrupası korku sineması geleneğinden esintiler taşıyor görünen korku filmleriyle dikkat çeken genç sinemacı Can Evrenol’un yeni filmi Peri: Ağzı Olmayan Kız geçen ay salon bulamamasının ardından nihayet üç haftalık rötarla dün (cuma) vizyona girdi.
Peri: Ağzı Olmayan Kız, sıra dışı bir ‘kıyamet-sonrası’ filmi. Evrenol’un bu yeni filmi, önceki filmlerindekinden muhtemelen biraz daha düşük bir bütçeyle, en azından biraz daha kısa sürede çekilmiş, üzerinde biraz daha az çalışılmış gibi duruyor; örneğin filmin konusunun geçtiği, büyük bir santral kazası sonrası dönemin aynı zamanda bir dünya savaşı yılları oluşu ve de özellikle “barışın yakında gerçekleşeceğinin” birkaç kez ifade edilişi anlatı açısından ne anlam ve ne önem taşıyor belli değil. Ancak filmin kimi defoları kanımca bütünsel özgünlüğü yanında tali kalıyor.
Santral kazasının ardından her biri belirli bir uzvu olmadan dünyaya gelmiş ve santral görevlileri tarafından katledilmek üzere aranmakta olan bir grup çocuğun hayatta kalma mücadelesini konu alan film, baş karakterlerinin çocuklar olması üzerinden “bir çocuk serüveni” filmi; ancak çoğunlukla ‘çocuksu sevimlilikler’ içeren sekansların yanı sıra yer yer, Evrenol’dan bekleneceği üzere, kan-revan ve şiddet sekansları da içermesi açısından bir “çocuk filmi”, yani çocuk yaştaki izleyicilere yönelik bir film değil, hiçbir şablona, hiçbir kalıba sığmayan, kendine özgü bir çalışma. Peri: Ağzı Olmayan Kız’ı ilk olarak geçen yıl !f Bağımsız Filmler Festivali’nde izlediğimde 1970’lerin, 1980’lerin sert korku filmleriyle tanınan İtalyan yönetmen Lucio Fulci, ‘kıyamet-sonrası’ janrında bir çocuk serüveni filmi çekseydi böyle bir film çekerdi herhalde diye düşünmüştüm...
(*) Haftanın dikkate değer bir diğer filmi olarak henüz izleme fırsatı bulamadığım, Guatemala’daki iç savaştaki kayıplara dair Annelerimiz’in (Nuestras madres, 2019) göründüğünü de not edeyim.