Kayıtsız sığınmacı/göçmen çocuklar için Acele Baba Aranıyor

Dün (Cuma) vizyona giren Fransız yapımı Acele Baba Aranıyor’un (Damien veut changer le monde) ülkemiz seyircileri için özel olarak dikkate değer oluşu yalnızca başrollerden birinde Türkiye sinemasından bir oyuncunun, Melisa Sözen’in, yer alışıyla sınırlı değil. Acele Baba Aranıyor, Fransa’dan sınır dışı edilme riski altındaki kayıtsız sığınmacı/göçmen çocuklar konusunu ele alan bir film ve kayıtsız sığınmacılar/göçmenler konusu ülkemizin de kısa bir süre önce gündemine gelmişti.

Acele Baba Aranıyor’un baş kahramanı olan Damien, 1960’lı yılların üniversite işgalleri sırasında tanışmış ve evlilikleri süresince de aktivist bir yaşam sürmüş bir çiftin evladı olarak büyütülmüş ama kendisi rutin bir yaşam süren bir genç. Bir gün çalışmakta olduğu ilkokuldaki Suriyeli bir çocuğun sınır dışı edilmek üzere olduğunu öğrenir ve ömründe ilk defa anne-babası gibi “doğru bir şey yapmak” kararlılığıyla (keza filmin orijinal Fransızca adı, “Damien, dünyayı değiştirmek istiyor” anlamına geliyor) bu çocuğu velayetine geçirir. Ancak bunu haber alan başka göçmen kadınlar benzer durumdaki kendi çocukları için de aynı yardımı yapması talebiyle kapısını çalarlar! Onlara hayır diyemeyen Damien, bu çocukları velayetlerine alacak “babalar” bulmak üzere el altından bir kampanya örgütlemeye girişir, bu girişimin Fransa yasaları karşısında suç olduğunu bile bile…

Bu konu özetinden de hissedilebileceği gibi Acele Baba Aranıyor, dramatik bir konu üzerinden yükselen ama genelde mizahi bir tonda ilerleyen bir yapım; beklendiği üzere ikinci yarısında Suriyeli çocuğun (Melisa Sözen’in canlandırdığı) annesiyle Damien arasında duygusal ilişki gelişmesiyle birlikte romantik bir film özelliği de taşımaya başlıyor. Hollywood-vari bir anlatımı var da diyebiliriz, “eski Yeşilçam filmleri” tadında da diyebiliriz, hele işin içine “aşk-meşk” de girince. Sonuçta sosyal içerikli bir popüler sinema çabası ve bu minvalde mütevazi ölçüde başarılı.

Acele Baba Aranıyor’da konu edilen durumla Türkiye’deki benzer durumlar arasında paralellikler kurmak hem kaçınılmaz hem de bir noktadan sonra biraz yanıltıcı. Türkiye’deki “Suriyeliler sorununun”, iktidarın dış politikasının sonucu olduğu, başka hesaplar da içerdiği, vb. gerçekler bu konunun önemli ve başat bir yönü. Öte yandan konunun bariz insani yönü de aynı derecede önemli.

Acele Baba Aranıyor’a, dünya emperyalist sisteminin aktörlerinden biri olarak Fransa’nın dünyadaki göçmen sorunundaki sorumluluğuna işaret etmediği eleştirisi yapılabilir ama sınır dışı edilecek öğrencileri kurtarmayı misyon edinen Damien’in tavrının haberlerde izlediğimiz, Akdeniz’de boğulacak göçmenleri kurtaran genç kaptanınkine benzer olduğu da bir gerçek ve farzımuhal o kaptan hakkındaki bir filme öyle bir eleştiri getirmek ne kadar yerinde olurdu? Damien, Fransız devletinin bir sosyal yardım görevlisi değil, Fransız kolluk kuvvetlerinin icraatlarını sabote eden bir aktivist.

Damien’in yaklaşımına daha yakından ve de dolayısıyla filmin ele aldığı konuya getirdiği nüansa baktığımızda ortaya ilginç bir durum çıkıyor. Damien, yıllar boyu okula devam eden kayıtsız öğrencileri (ve onları okutmaya kararlı annelerini) kurtarmaya kendini adıyor ve yakayı ele verip mahkeme karşısına çıktığında da savunması bu noktadan başlıyor, eğitim kurumunun Fransa’nın en temel kurumu olduğunu vurgulayarak. Yani, bu çocukların Fransız okullarına devam ediyor ve devam etmek istiyor oluşlarını onların kanunen olmasa da aslen artık “Fransız” olmalarının nişaneleri olarak gösteriyor. Devam edecek olursak, kanuna karşı hile nitelikli velayet, hukuken suç olsa bile kurucu ilkeler olarak “özgürlük-eşitlik-kardeşlik” düsturunun temel alınmasını savunuyor Damien’in avukatlığını üstlenen kız kardeşi. Suriyelilerin Türkiye’den “gönderilmesi” taleplerine karşı çıkanların önemli bir bölümümün dilindeki “din kardeşliği” (aslında bu kesimin çoğunun kastettikleri din kardeşliği bile değil, mezhep kardeşliği ki Acele Baba Aranıyor’da velayet için başvurulan çiftlerden yalnızca biri bu kriteri öne sürüyor) söyleminden ve bu söylemin ardında yatan zihniyetten farklı olduğunu söylemeye gerek yok bu “özgürlük-eşitlik-kardeşlik” perspektifinden göçmenlere yaklaşmanın.

Bir Zamanlar Hollywood’da

Haftanın en yaygın ölçekte gösterime giren yabancı filmi Bir Zamanlar Hollywoodda (Once Upon a Time in… Hollywood) ise Quentin Tarantino’nun yeni filmi ve yönetmenin sert şiddet sahneleri dahil tüm alameti farikalarını barındıran ama aynı zamanda şimdiye kadarki en duygusal çalışması,

Konusu 1969 yılının Los Angeles’ında geçen Bir Zamanlar Hollywoodda’da film boyunca zaman zaman kesişmekle birlikte esasen paralel giden ve nihayet sonunda bütünleşen iki ayrı öykü izleği var. Filmin baş karakteri, (Leonardo DiCaprio tarafından büyük bir başarıyla canlandırılan) Rick Dalton adında bir oyuncu. Daha çok ikinci sınıf televizyon ürünlerindeki “kötü adam” rolleri üzerine yapışmış olan Rick, Hollywood’da kariyerini yükseltme şansını artık yitirmiş ve yavaş yavaş bir kenara atılacağı zamanın gelmiş olduğunun farkına varmıştır.

Geçmişin “ikinci sınıf” popüler kültürüne duyduğu sevgi ve saygıyı yansıtmasıyla tanınan Tarantino Bir Zamanlar Hollywoodda da senarist-yönetmen olarak bu minvalde yine kendinden beklenen performansı sergiliyor ancak “yüzeye” ilişkin bu maharetin ötesinde bir (tipleme sergilemek değil) karakterin iç dünyasını izleyiciye hissettirme gibi sanatın daha geleneksel gerekliliklerindeki maharetine de tanık oluyoruz. Rick ile bir çocuk oyuncu arasında her ikisi de yan yana sandalyelerde otururken gerçekleşen diyalog sahnesi, hüznün önce usul usul kendini hissettirip derken bir anda katartik hal alması açısından oldukça başarılı. Keza, bilahare her iki oyuncu da setteki rollerini tamamladıktan sonra çocuğun Rick’in kulağına bir şeyler fısıldadığı an ve akabinde Rick’in yüzüne yansıyan hisleri, her şeye rağmen bir insanın, bir başkasını iyi hissettirip hüznü sağaltma erdeminin insana özgülüğünü yansıtması açısından çok dokunaklı.

Öte yandan Rick, kaderin bir cilvesi olarak dönemin gözde yönetmeni Roman Polanski ve onun güzeller güzeli eşi (Margot Robbie tarafından canlandırılan) Sharon Tate ile de komşudur; her iki ev sakinleri arasında herhangi bir tanışıklık, temas olmasa da. O yılları yaşamış olan veya Hollywood tarihine aşina olanların bildiği üzere, Tate’in ve bir grup misafirinin 1969’da Los Angeles’taki evinde yarı-Satanik bir hippi cemaatinin üyeleri tarafından hunharca katledilmiş olduklarını anımsatmak gerek. Dolayısıyla Rick gibi (besbelli bazı gerçek kişilerden esinlenerek olsa da) senarist olarak Tarantino’nun yarattığı karakterler ile Tate gibi gerçek tarihsel kişileri yan yana getiren Bir Zamanlar Hollywood’da’yı izleme deneyimi, bu trajik vakanın da filmde yer alıp almayacağı, alacaksa nasıl perdeye geleceğine dair merak duygusunun da belirleyiciliğinde ilerliyor. Üstelik Rick’in dublörü Cliff’in bir gün otostop yapan genç ve çekici bir kadın hippi üzerinden bu hippi cemaatiyle karşılaştığı ve bu cemaatin tekinsizliğine tanık olduğu gerilim dolu sahne sayesinde bu merak duygusu alttan alta tedirginlikle de pekişiyor.

Bu arada Cliff’in, söz konusu hippinin arabada kendisine oral seks yapma teklifini genç kadının reşit olmadığı için kanunla başının derde girmesini istemediğini söyleyerek reddetmesinin de, Polanski’nin ilerleyen yıllarda reşit olmayan bir genç kadınla cinsel ilişkiye girme suçundan hakkında adli takibat açılıp halen ABD adli makamları nezdinde firari konumda oluşuna Tarantino’nun kinayeli bir örtük göndermesi olduğunu düşünüyorum.

Bir Zamanlar Hollywood’da’nın rahatsız edici, hatta mide bulandıran unsuru ise, Cliff’in o yıllarda ABD’de bir televizyon oyuncusu olan Bruce Lee’yle karşılaştığı sahnede Lee’nin kendini beğenmiş ve sonuçta Cliff’ten dayak yiyen bir tip olarak betimlenmesi. Lee’nin yakın dostlarından efsanevi eski basketbol oyuncusu Kareem Abdul-Jabber, Hollywood Reporter’daki köşe yazısında Tarantino’nun Lee betimlemesini “biraz ırkçı” bulduğunu yazarak bu duruma tepki gösterenlerin sesi oldu.

Üstelik Tarantino bu eleştirilere karşı kendisini savunmaya çalışırken, Lee’nin “kibrine” örnek olarak eşinin yazdığı biyografisinde ünlü dövüş sanatları oyuncusunun Muhammed Ali’yi yenebileceğini söylediğini iddia etti. Oysa söz konusu kitapta Lee’nin Muhammed Ali’yi yenebileceğine “pek çok kişinin bahse gireceğine” dair üçüncü bir şahsın sözlerinden alıntı yapılıyor, bizzat Lee’nin böyle bir söz söylediği kaydedilmiyor. Yani Tarantino ırkçı saiklerle hareket etmiş olmasa bile, yıllar önce okuduğu bir kitaptaki bir ifadeyi yanlış anımsayarak ve kontrol etme zahmetine katlanmadan milyonlarca Asyalı’nın ve dünyanın her köşesinden sayısız sinemaseverin bir ikonunu gerçeğe aykırı biçimde betimlemiş.

Tarantino, Bir Zamanlar Hollywood’da’nın Cannes’daki prömiyeri öncesi twitter’dan yayınladığı mesajda, festival seyircilerinin filmi daha sonra vizyonda izleyecek olan seyircilerin seyir deneyimini seyreltecek ifşalarda bulunmamasını rica etmişti. Finalini tam olarak açık etmeyecek olsam da finaline dair örtük bazı değinmelerde bulunacağım aşağıdaki son paragrafları okumayı ertelemeyi tercih edebilir filmi seyretmeye niyetli olan okuyucular.

Bruce Lee betimlemesindeki falso bir yana, yukarıda açımladığım üzere başkarakter Rick’in kariyerinin geleceğine dair hüznü başarıyla yansıtması açısından Tarantino’nun en duygusal filmi saydığım Bir Zamanlar Hollywood’da’ya içkin bu duygusallık, Rick ve Cliff ile Sharon Tate’ın yollarının nihayet kesiştiği finalde de kendini hissettiriyor beklenenden (gerçek yaşamdaki vakadan) farklı bir olay dizgesi üzerinden. Tarantino, gerçeklerden esinlenen ama hayali karakterlerin gerçekçi görünümlü öyküsünü, gerçek tarihsel karakterlerin tarihsel gerçeğe bir hayli sadık görünümlü öyküsüyle film boyunca paralel götürmüşken finalde bu iki öyküyü bütünleştirdiğinde, olay gelişimi açısından tamamen hayali bir düzleme geçiş yapıyor.

Filmin orijinal İngilizce adındaki “once upon a time” ibaresinin birebir çevirisi “bir zamanlar” olsa da İngilizce’de bu ibare özellikle masal anlatımlarının başında kullanılır ve dolayısıyla Türkçe’deki muadili aslında “evvel zaman içinde” sayılmalıdır.  Dolayısıyla filmin adı bir yandan Sergio Leone klasiği Bir Zamanlar Amerika’ya (Once Upon a Time in America, 1984) gönderme niteliğinde olsa da, finali göz önüne alındığında aslen bize bir masal anlatıldığını da imliyor gibi; yani, seyrettiğimizin gerçekliğin temsili değil Tarantino’nun “keşke böyle olsaydı” duygusallığındaki bir fantezisi olduğunu.