Geçen yıl Cannes film festivalinde jüri özel ödülü kazanan ve bu yılki Oscarlarda En İyi “Yabancı Dilde” (yani İngilizce dışındaki bir dilde) Film dalında adaylar arasında yer alan Lübnan yapımı Kefernahum (Capharnaüm) dün (Cuma) ülkemizde sınırlı ölçekte vizyona girdi. Altı şehirde Başka Sinema zincirine bağlı sinemalar ile Mars grubun “sanat filmlerine” tahsis ettiği salonlarında gösterim şansı bulan Kefernahum, Beyrut’un en yoksul kesiminde yaşayan küçük bir erkek çocuğun öyküsünü perdeye taşıyor.
Kefernahum, doğum belgesi olmadığı için tam yaşı bilinmeyen ama takriben 12 yaşında olduğu tahmin edilen Zain adında bir çocuk mahkûmun, anne-babasına karşı açmış olduğu davanın duruşması ile başlıyor. Zain’in anne-babasına yönelttiği suçlama ise kendisini “dünyaya getirmiş” olmaları! Film, bu giriş faslının ardından geri dönüşlerle Zain’in hem kendisinin hapse girmesine hem de anne-babasını dava etmesine varmış süreci perdeye getiriyor. Çok çocuklu, yoksul bir aileye doğmuş olan Zain, küçük kız kardeşinin buluğ çağına girer girmez mahallenin bakkalına çocuk gelin olarak verilmesine öfkelenerek evden kaçıyor ve Afrikalı bir kaçak göçmenle birlikte yaşamaya başlıyor, bu genç kadının babasız büyütmekte olduğu bebeğinin bakımını üstleniyor.
Yönetmen Nadine Labaki, bu üçüncü uzun metraj çalışmasında aslen Suriyeli bir göçmen olan başroldeki Zain Al Rafeea dahil çoğunlukla amatör oyuncularla çalışmış. Gerek bu özelliği, gerekse -belki hapishane ve mahkeme sahneleri hariç- gerçek mekanlarda çekilmiş olması ve tabii “sıradan” insanların günlük yaşamlarını perdeye getirmesi dolayısıyla Kefernahum Yeni Gerçekçiliğin mirasını taşıyan bir film olmaya yakın duruyor. Ancak Kefernahum’un senaryosunun çıkış noktası olan Zain’in anne-babasına açtığı dava, her ne kadar ilginç ve provokatif bir senaryo buluşu olsa da gerçek yaşamda karşılığının olabilirliği açısından gerçekçilik sınırlarının dışına taştığı için filmi de Yeni Gerçekçiliğin bir miktar dışına taşıyor.
Sefaletin hüküm sürdüğü yaşam koşullarının Kefernahum’da büyük bir sahicilikle perdeye taşınması övgüye değer. Hatta aşırı yönlendirici bir müzik kullanımının damgasını vurduğu fragmanının ilk başta yarattığı izlenimin aksine bunu “duygu sömürüsüne” yönelik yavan sinematik yöntemlerden münezzeh biçimde gerçekleştirmiş olması da dikkate değer. Öte yandan genel bir yoksulluk panoramasının içine göçmenlerin sorunlarının iğreti, eklektik durmadan yedirilmiş olması da filmin bir diğer artısı.
Öte yandan Zain’in anne-babasına dava açmasını “çocuklarına sahip çıkmayan anne-babalardan bıktım” diye gerekçelendirmesi, hatta bu kararına annesinin tekrar hamile olduğunu öğrenmesinin ardından varmış olması ve mahkemede anne-babasından esas talebinin “çocuk yapmayı bırakmaları” olduğunu beyan etmesi, filmin eleştirelliğini oldukça yüzeysel bir düzleme çekiyor. Kuşkusuz Zain, son tahlilde takriben 12 yaşında bir çocuk ve bütün bunlar da 12 yaşında bir çocuğun bakış açısı. Ve bu bakış açısının gayri-ihtiyari olarak zehir gibi bir ironi içerdiği de yadsınamaz. Ancak film boyunca Zain ile kurduğumuz empatinin yoğunluğu, bu söylemleri ironik düzlemde değil, olduğu gibi alımlamayı teşvik ediyor ister istemez. Sonuçta Kefernahum, yoksulluğu, sefaleti bir çocuğun gözünden son derece sahici biçimde yansıtırken, yoksulluk ve sefaletin günah keçisi olarak yalnızca “kötü” anne-babalara parmak göstermiş, çözümünü de “bakamayacağınız çocukları doğurmayın” formülüne indirgemiş oluyor.