Emektar sosyalist yönetmen Ken Loach’un bu yıl Cannes’da en büyük ödül olan Altın Palmiye’yi kazanan yeni filmi Ben, Daniel Blake (I, Daniel Blake) Türkiye’de izleyici karşısına ilk kez dün Adana Uluslararası Film Festivali’nde çıktı. Pazartesi başlayan festivalin bu yılki uluslararası gösterim programı çok güçlü: Ben, Daniel Blake’in yanısıra Cannes’da Uluslararası Eleştirmenler Federasyonu (FIPRESCI) ödülünü kazanan ve akabinde FIPRESCI tarafından yılın filmi seçilen Toni Erdman ile Dardenne Kardeşler’in, François Ozon’un ve Pedro Almodovar’ın yeni filmleri Meçhul Kız (La fille inconnue); Frantz ve Julieta da Türkiye prömiyerlerini Adana’da yapıyorlar.
Elli küsur yıllık yönetmenlik kariyeri olan Loach’un son yirmi yıldaki filmlerinin çoğunun senaryosunu yazan Paul Laverty’nin senaryosundan çektiği Ben, Daniel Blake ileri yaşlardaki bir marangozun devletten sosyal yardım alabilmek için “bürokrasiye” karşı verdiği mücadeleyi öykülüyor. Ben, Daniel Blake’daki acıtıcı bürokrasi eleştirisi liberalizmin de diline doladığı ezbere bürokrasi eleştirilerinden tamamen farklı. Laverty’nin sosyal yardım sistemi mağdurları ile yaptığı görüşmelerde aktarılan gerçek vakalardan hareketle yazdığı senaryodan çekilen filmde Britanya’da sosyal yardım sisteminin yardıma muhtaç olanların bu yardıma ulaşmasını nasıl zorlaştırmak için yapılandırılmış olduğu teşhir ediliyor. Yeni Sağ iktidarların geçmişten miras kalmış sosyal refah devleti uygulamalarını budayabildikleri kadar budadıktan sonra arta kalan sistemi de olabildiğince zorlaştırarak “kamu harcamalarını kısma” amaçlarını bir de bu yolla sağlama almaya yönelmiş oldukları anlaşılıyor.
Tony Blake ciddi bir kalp krizi geçirmesi üzerine nekahat döneminde çalışması doktoru tarafından yasaklanınca sosyal yardım için başvurur ama bu başvurusu reddedilir. Bu red kararına itiraz hakkı olduğunu öğrenir ama bu hakkını kullanabilmesinin önünde de bir sürü asap bozucu zorluk vardır, kendisine zaten posta ile yazılı olarak tebliğ edilmiş kararın bir de sözlü olarak telefonla tebliğ edilmesi keyfiyetinden ve bu sözlü tebliğin ne zaman yapılacağının ise tamamen red kararını vermiş olanların keyfine kalmış olmasından başlayarak. Bu esnada yapabileceği tek şey ise –çalışması doktoru tarafından yasaklanmış olmasına karşın!- yeni bir iş aramaya yönelip iş arayanlara verilen desteğe başvurmaktır. Ama bu başvuru da internet üzerinden yapılabilmektedir ve Tony Blake ömründe hiç bilgisayar kullanmamıştır! Bu engeli de zar zor aştıktan sonra ise destek almaya başlamaya hak kazanmak için özgeçmiş yazma kursuna devam etmesinin zorunlu olduğunu öğrenir ve yaşlı marangoz ustasının içine düştüğü durum gittikçe daha da acıklı bir hal almaya başlar. Sosyal yardıma muhtaç olanların aslında “devletin sırtından geçinmek isteyen tembeller sürüsü” olduğu demogojisine dayalı sistemin bu perspektifle onların yardım almasını alabildiğince zorlaştırarak olabildiğince engellemeye ve yardıma muhtaç olanları hakettikleri yardımı edinme çabasından caydırmaya yönelik olarak çalışacak şekilde kurgulanmış olduğu her adımda daha da netleşir.
Öte yandan Ben, Daniel Blake yalnızca Britanya’daki mevcut sosyal yardım sisteminin gerçek yüzünü teşhir etmekle yetinmiyor, ayrıca Britanya’da sosyal merdivenin en alt basamağından da aşağı düşenlerin nasıl bir yoksulluğun pençesine düştüklerini de sergiliyor. Öylesine bir yoksulluk düzeyi ki bu, düpedüz ve ayan beyan açlık sözkonusu. Sosyal gerçekliğin bu yönü ise bizzat Daniel Blake’in değil onun sosyal yardım kurumunda tanıştığı ve akabinde dost olduğu genç bir kadının öyküsü üzerinden perdeye geliyor. Kimi yabancı eleştirmenlerin de vurguladığı üzere Ben, Daniel Blake’in en çarpıcı yönü Batı medyasının ve bu arada sinemasının ancak “talihsiz” Üçüncü Dünya ülkelerine –veya ayrıca belki olsa olsa Batı’ya sığınmış, kamplarda yaşayan göçmenlere- özgü olabilecek bir durum olarak kamuoyu bilincine nakşettiği açlık gibi en vahim bir sosyal adaletsizliğin doğrudan Avrupa’nın kendi yurttaşları arasında da sözkonusu olduğunu yürek burkan bir sahne ile unutulmayacak biçimde perdeye getirmesi.
80 yaşındaki Loach’un bu yeni çalışması, kendinden bekleneceği üzere soyu tükenmekte olan bir sinema geleneği olan neo-realist sinemanın son yıllardaki en başarılı örneklerinden. Daniel Blake’i ve dostluk kurduğu Katie’yi canlandıran Dave Johns ve Hayley Squires’in başarılı oyunculuklarının da filmin bıraktığı sahicilik hissinde kuşkusuz önemli payları var. Ben, Daniel Blake, Loach’un yarım yüzyıllık sinema kariyeri boyunca en başta durduğu noktadan, emekten, sosyal adaletten yana taraf olma konumundan yarım yüzyıl boyunca milim sapmadığının en yeni göstergesi. Üstelik Ben, Daniel Blake yalnızca tipik bir Loach filmi değil, en iyi Loach filmlerinden biri. “Büyük” bir hikaye anlatmıyor, hatta sıradan insanların “büyük” bir hikayesini de anlatmıyor, yani sıradışı, olağandışı bir hikaye anlatmıyor, perdeye gelen hikayenin ortalama izleyici için kendi yaşamları bağlamında yabancı oldukları ama hikayenin öznesi olan karakterler gibi sayısız insanın bilfiil yaşamakta oldukları gerçekliğin hikayesini anlatıyor ve bunu son derece doğrudan, yalın biçimde yapıyor.