ABD ile aynı anda dün (Cuma) ülkemizde de sinemalarda gösterime giren Disney yapımı Yarının Dünyası (Tomorrowland), adını Disney’in aynı adlı tema parkından alıyor. Disney’in eğlence parkı Disneyland arazisi içinde 1955’teki açılışından bu yana yeralan ‘Yarının Dünyası’ parkı, bilim ve teknolojideki yeniliklerin insanlığa nasıl “hayranlık uyandırıcı” bir gelecek sunacağı spekülasyonuna dair canlı temsiller sunan teknofil yönelimli bir projedir ve hem teknofil heves ve merak duygularına hitabederek kazanç sağlamayı amaçlayan ticari bir girişim, hem de Walt Disney’in liberal vizyonu doğrultusunda iyimserlik ve rehavet aşılamaya dönük ideolojik bir araç olagelmiştir. ‘Yarının Dünyası’ parkının açılışından 60 yıl sonra yine Disney tarafından piyasaya çıkarılan Yarının Dünyası filmi ise bu projenin ardındaki ideolojik altyapıyı hem ‘hayatın gerçekleri’ karşısında sorguluyor, hem de revize ederek son tahlilde tekrar dolaşıma sokmaya çalışan bir pozisyonda kalıyor. Yarının Dünyası, teknofil liberal iyimserliğin yerini dünyanın felakete doğru gittiğine ilişkin bir karamsarlığa bıraktığını ve bu karamsarlığın da umursamazlık ve nihilizmin hegemonyasına yol açtığını tespit ederek, dünyanın karşı karşıya olduğu felaketler karşısında deva olarak bilim ve teknolojinin devreye sokulmasını öneriyor. Ancak bu önerisi, hem ‘felaket’ senaryolarının tanımlanmasındaki seçici yaklaşımı, hem de dünyayı yaklaşan felaketlerden kurtarmanın araç ve öznelerinin tanımlanmasındaki içi boş kalıpları dolayısıyla yine aslında naif bir karşı-iyimserliğin ötesine geçemiyor.
Casey adlı genç bir kadın bir gün, görünüşte tesadüfen, kendisini geçici olarak ‘geleceğe’ götürebilen bir rozet bulur. Gizemli bir küçük kızın yönlendirmesiyle, bu rozetin menşeini öğrenme çabası onu Frank adlı, artık inzivaya çekilmiş emektar bir mucide götürür. Frank de kendi çocukluğunda yine aynı gizemli küçük kız tarafından aynı rozetin bir başka numunesi verilerek ‘seçilmişler’ arasına katılmış ancak daha sonra hayalkırıklığı içinde inzivaya çekilmesiyle sonuçlanacak bir süreç yaşamıştır.
Casey, dünyanın ekolojik felaketlerin eşiğinde, hatta içinde oluşundan, George Orwell’in 1984’teki distopik öngörülerinin artık yaşama geçtiğine ve 1984’ün içinde yaşadığımıza kadar okulda derslerde maruz kaldığı bir dizi karamsar söyleme, “peki bu konuda bir şey yapamaz mıyız ki?” sorusuyla karşılık veren ama bu sorusu görmezden gelinen isyankar bir genç bireydir. Frank ise dünyanın sonunun gelmekte olduğunun istatistiksel bir kesinlik olduğunu kendince ortaya çıkarmış, yaşını başını almış bir münzevidir ve Casey’e rozet üzerinden tanık olduğu parlak gelecek tahayyülünün kadük kalmış bir projenin promosyonunun kalıntısından başka bir şey olmadığını açıklar. Ancak Casey ile karşılaşıp onun “kendi kaderimizi kendimizin şekillendirmesi fikrine ne oldu?” minvalindeki sorusu karşısında, dünyanın sonunun gelmekte olduğuna dair istatistiksel kesinliğin bir anda yüzde 100.00’den yüzde 99.99’a indiğini de hayretle görür! Gerçeklerin, Frank’in keşfettiğini sandığından daha karmaşık ve çok yönlü olduğu anlaşılacaktır...
Sonuçta Yarının Dünyası’nın “dolu” tarafına bakıldığında teknofil kendilinden ilerlemeciliğin de, nihilist felaket tellallığının da yerilerek dışlandığı bir söylemi öne çıkardığı görülüyor. Ancak öte yandan bu söylemin sunduğu alternatif ise içi doldurulmayarak boş bırakılıyor. İyimser kendiliğinden ilerlemeciliğin de, nihilizmin de alternatifi olarak bir çeşit iradeciliğe işaret ediliyor, ama bunun ne çeşit bir iradecilik olduğu belirsiz kalıyor çünkü, herşeyden öte, bu iradeciliğin özneleri olarak hayalgücü gelişkin tekil bireylerden ve onların devreye sokacağı araç olarak ise bilim ve teknolojiden ötesine bir gönderme görülmüyor. Hatta içinin boş kalışından öte, hep sözü edilegelen felaketlerin iklim değişikliği, kuraklık, kıtlık, vb ile sınırlı betimlenişi, üstelik bu ekolojik sorunlara eklemlenen tek doğrudan siyasi sorunun ise “istikrarsız hükümetler” gibi yeni-sağcı bir terminolojiye ait oluşu, içi boş bırakılmış kalıbın da eksik ve yanlış şekillendirilmiş olduğunu ortaya koyuyor.