Kaya Özkaracalar
Tanınmış ve sevilen oyuncu Onur Saylak’ın yönettiği ilk uzun metraj film olan ve Malatya Film Festivali ile Antalya’da ulusal yarışmanın kaldırılması üzerine Istanbul’da düzenlenen 54. Ulusal Yarışma’da En İyi Film seçilen Daha sonunda dün vizyona girdi. 13 şehirde toplam 36 salonda gösterim olanağı bulan Daha, insan kaçakçılığı yapan bir baba-oğulun öyküsünü perdeye getiriyor. 14 yaşındaki Gaza, babasının yanından ayrılıp büyük kentte lise öğrenimi görme hayali kurmaktadır ancak babası bunu engellemeye kararlıdır.
Eleştiri yazılarında filmlerin “sonunun açığa vurulmasını” hiçbir durumda kabul edilemez bulanlar bu paragrafın geri kalanını atlayarak bir sonraki paragrafa geçsinler çünkü Daha’ya yönelik eleştirimi açımlayabilmem için filmin son çeyreğini tartışabilmem zorunlu. Gaza, babasından gizlice girdiği yerleştirme sınavı sonucu iyi bir liseyi kazanır ama babasının yöredeki jandarma yetkilisiyle yakın ilişkisi yüzünden onun yanından kaçabilmesi mümkün olamaz. Şehirlerarası otobüsten indirilip babasına teslim edildiğinde önce babasının yüzüne karşı sert bir rap şarkısı söyleyerek öfkesini kusar. Yapım kalitesi açısından baştan sona bir hayli yüksek bir çıta tutturmuş olan Daha, fiilen bir çıkışsızlığa denk düşse de en azından ruhen bir direniş yansıtan bu sahnenin ardından açık uçlu biçimde sonlansaydı kanımca çok daha unutulmaz bir film olacaktı. Ancak Hakan Günday’ın aynı adlı eserinden Günday, Saylak ve Doğu Yaşar Akal tarafından uyarlanarak ortaklaşa yazılan senaryodan çekilen Daha bu katartik sahnenin ardından yeni bir dönemece giriyor ve babasının yanında kalmak zorunda bırakılmış gencecik Gaza’nın neredeyse bir anda babasından daha zalim bir insan kaçakçısına dönüşüvermesini izliyoruz.
Daha’nın Türkiye prömiyerini yaptığı Adana Film Festivali arifesinde bu köşedeki festival genel değerlendirmemde Daha hakkında “insanlık-dışılığı, kötücüllüğü çarpıcı biçimde teşhir ederken aynı zamanda insanlık-dışılığı, kötücüllüğü alternatifsiz, ‘kaçınılamaz’ olarak sunmasının, hatta kötücüllüğün benimsenmesinden başka çıkar bir yol olmadığını ister istemez imlemesinin savunulacak ve de açıkçası takdir edilecek bir yönü olmadığını [...] not etmek isterim” derken filmin yukarıda aktardığım son bölümünün bıraktığı hissiyatı temel alıyordum. Kuşkusuz sinemacıların “Polyannacılık” yapmasını bekliyor ve arzu ediyor değilim, ana akım Hollywood-vari mutlu sonlar sinemamızdan beri olsun denilebilir. Ancak Polyannacılığın alternatifi en azından, Saylak’ın başrolde oynadığı başyapıt Sonbahar’da (2008) olduğu gibi bir hüzün duygusu olmalı, Daha’da olduğu gibi ruhsuzluk değil.
The Post ve Zirve
Daha bir yana, bu hafta vizyona giren yabancı filmlerin ikisi bir hayli kayde değer. Steven Spielberg imzalı The Post, ABD yönetimlerinin Amerikan kamuoyuna Vietnam Savaşı’na dair sistematik biçimde yalan söylediklerini ifşa eden bazı belgelerin 1971’de Amerikan basınına sızdırılması hakkında gerçek bir tarihsel olayı perdeye aktarıyor. Söz konusu belgeleri yayınlayan gazetelerden The Washington Post yönetiminin hukuki ve mali riskler taşıyan bu karara varma sürecine odaklanan The Post bir yandan basın özgürlüğünün önemine, siyasi iktidarların ne pahasına olursa olsun gerçeğin üstünü örtme yönelimlerine vurgu yaparken, The Washington Post’un o dönemki sahibinin bir kadın olmasından hareketle iş yaşamında kadınları hakir gören erkek zihniyetini de zaman zaman anlatının ön planına çıkararak kadraja alıyor. The Post, yönetmeninin Spielberg olmasından bekleneceği üzere bu tarihsel öyküyü hem konvansiyonel Hollywood filmlerinin anlatım biçimiyle uyum içinde bir yandan adeta yarı-kahramanlık öyküleri biçiminde, bir yandan da bağımsız yargı kararları üzerinden “sisteme” güveni son tahlilde tazeleyerek anlatırken, diğer yandan siyasal iktidarların güvenilmeziliğini, hatta hukuk dışına çıkma potansiyellerini de özellikle finalde anımsatarak belki nispeten açık uçlu da sayılabilecek bir şekilde, adeta sisteme güven tazelemenin rehavete yol açmaması uyarısıyla bağlıyor anlatısını. Filmdeki pek çok tarihsel olgunun günümüz Türkiye’sindeki malum gelişmeleri anımsatması ama Türkiye’de günümüz itibariyle, an itibariyle gazetecilik yapan gazetecilerin akibeti açısından çok daha farklı bir noktada bulunduğumuzu duyumsatması da cabası.
Haftanın diğer kaydadeğer yabancı filmi ise Arjantin yapımı Zirve (La Cordilllera, 2017). Dünya prömiyerini geçen yıl Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümünde yapmış olan Zirve, hem ABD emperyalizminin perde arkasından manipülasyon yapma potansiyelini ve gücünü, hem de iktidardaki politikacıların örtük makyalizmini son derece etkileyici bir sinema diliyle başarıyla yansıtıyor.