Türkiye’de izleyici karşısına ilk kez çıktığı Adana Altın Koza Film Festivali’nde SİYAD jürisinden En İyi Film, ana jüriden ise Yılmaz Güney ve En İyi Müzik ödüllerini kazanmış olan uzun metraj belgesel Kraliçe Lear dün (cuma) ülke çapında yedi şehirde toplam 25 salon gibi sınırlı ölçekte de olsa vizyona girdi.
Gezgin bir tiyatro çalışmasında rol alan bir grup köylü kadına odaklanan Kraliçe Lear’in yönetmeni Pelin Esmer günümüzde artık daha çok İşe Yarar Bir Şey (2017) ve Gözetleme Kulesi (2012) gibi kurmaca filmleriyle tanınsa da sinemaya belgeselci olarak başlamıştı ve Kraliçe Lear de kendisinin ilk uzun metraj çalışması olan Oyun’un (2006) adeta yıllar sonra gelen “devamı” niteliğinde. Esmer, Oyun’da Toros dağlarındaki bir köyde yaşayan bir grup kadının bir tiyatro oyunu yazma ve bu oyunu sahneleme girişimini perdeye taşımıştı; Kraliçe Lear’de ise yıllar sonra aynı kadınların bu kez Kral Lear oyununun özgün bir uyarlamasını sahnelemek üzere yöredeki muhtelif dağ köylerinde turneye çıkmalarını izliyoruz!
Kraliçe Lear, profesyonel oyuncu olmamaları bir yana tiyatronun kendi yaşam alanlarında yerleşik olmadığı bir grup kadının tiyatro çalışması yürütmelerini belgelemenin ötesinde yöre halkından bireylerin kapılarına gelen bu faaliyete nasıl tepki verdiklerini de aktarıyor, yani kameranın odağında yalnızca oyuncular değil izleyiciler de var. Hatta kamera oyunculara odaklandığında ise onların bu özel konumları kadar özellikle kadere ilişkin kendi aralarındaki tartışmaları üzerinden yaşama bakışları da izleyiciye (burada oyunun değil, belgeselin izleyicilerini kastediyorum) duyumsatılıyor.
Belgesel sinemayı, sinemanın ‘üvey evladı’ değil, asli bir unsuru olarak saymanın gereği açık. Kraliçe Lear, Türkiye sinemasında “kadın filmlerine”, belgesel mecrasından dikkate, seyre değer bir katkı.