Amerikan sinemasının önde gelen muhalif isimlerinden Oliver Stone’un, Amerikan gizli servislerinin çağdaş iletişim teknolojileri üzerindeki devasa gözetim faaliyetlerini teşhir eden 2013 yılındaki sansasyonel ‘sızıntının’ kahramanı Edward Snowden hakkındaki filmi Snowden (2016) ABD’deki vizyonuna oranla birkaç aylık bir rötarla Türkiye’de de gösterime girdi, üstelik ana-akım olmayan filmlerde alıştığımız kadar sınırlı ölçekte değil, Bir Film üzerinden nispeten biraz daha yaygın bir dağıtımla. 2013 küresel gözetim sızıntısının perde arkasını, Türkiye’de önceki yıl vizyona giren olağandışı ve hatta olağanüstü belgesel Citizenfour’da (2014) da izlemiştik. Dolayısıyla Citizenfour’u izlemiş olanlar için Snowden’in bir ölçüde tekrar hissiyatı yaratması kaçınılmaz. Ancak Snowden, başkarakterin sonuçta bu sızıntıyı gerçekleştirme kararını vermesine yolaçan ve yıllara yayılan süreci yansıtması, ayrıca bu arada onun özel hayatını, bu sürecin özel hayatı üzerindeki etkilerini de ön plana çıkararak perdeye getirmesi açısından yine de seyre değer, hatta aslında Citizenfour’u tamamlayıcı bir film. Citizenfour’da Snowden’i yaptığı cüretkar eylem ve bu esnada kendisiyle yapılan söyleşiler üzerinden tanıyorduk, Snowden’de ise filmin ana gövdesini oluşturan geri dönüşlerde sızıntıyı önceleyen yaklaşık 10 yıllık yaşamını –bir aktörün canlandırması üzerinden- izliyoruz.
Snowden haftanın kesinlikle kaçırılmaması gereken filmi olmakla birlikte Oliver Stone gibi usta bir yönetmenden beklentilerin altında kalan bir yapıt olduğunu da not etmek gerek. Stone besbelli popüler sinema kalıplarına kaymama adına kendini frenlerken, örneğin romantizm, aksiyon, gerilim trüklerine başvurmaktan imtina ederken çubuğu biraz fazla mı bükmüş nedir; zaten cinema verite tarzı belgeseli önceden çekilmiş bir öykünün yeni bir versiyonunu filme alırken belki daha ‘albenili’ bir film dilini tercih etse daha iyi olabilirdi. Bundan kastım canlandırılan öykünün içindeki kurmaca dozunu Hollywood-vari biçimde arttırmak değil, gerçeğin gerçeğe en yakın biçimde canlandırılmasını sırf öykünün çarpıcılığına bel bağlamadan, daha dinamik biçimde gerçekleştirmek.
Ancak, başa dönecek olursak, Snowden yavan anlatımına karşın yine de sarsıcı bir film. Hem ABD’nin küresel gözetim faaliyetleri bir kez de bu film sayesinde teşhir edilip anımsatılıyor, hem de bedeli ne olursa olsun doğru bildiği yolda yapılması gerekeni yapma cüretini gösterme konusunda örnek bir tavır alışı izlerken insanlığa dair umudunuz artıyor ve ayrıca kendinizi sorguluyorsunuz. Snowden’in, ABD’nin en yetenekli iletişim teknolojisi uzmanlarından biri olarak en dolgun maaşlı işlerde çalışırken maddi refah içindeki yaşamını bir vicdan muhasebesi sonucu bilinçli bir tercihle terketmiş olduğunun ayırdına varmamız Stone’un bu filmi sayesinde oluyor. Üstelik Stone bu olguyu yalnızca bir bireysel kahramanlık vakası olarak paketlemiyor, siyasal bir bağlama da oturtuyor. Gençliğinin erken yaşlarında ‘devletin ali menfaatlerinin’ inançlı bir savunucusu olan –zaten bu yüzden önce orduya yazılan, sakatlanınca da CIA’ya giren- Snowden’in gizli servisler içinde hızla yükselip bu servislerin faaliyetlerinin iç yüzüne vakıf oldukça sorgulayıcı, giderek muhalif bir kimliği içten içe benimsemeye başlamasına ve tam bu esnada Amerikan siyaset sahnesinde parlayan Obama’ya umut bağlamasına tanık oluyoruz önce. Derken Snowden, Obama’nın saydamlık, hesap verirlik, hukuğa ve insan haklarına riayet gibi seçim vaatlerinin seçildikten sonra aslında yaşama geçmediğini, herşeyin eski tas eski hamam devam ettiğini gördükçe yurttaş olarak kendisinin insiyatif alması gerektiğinin bilincine varıyor.