Daha birkaç hafta öncesinin “evde hayat var”, “evde kal” söylemleri artık dolaşımdan çekilmiş durumda. Gerçi o zaman da toplumun önemli bir kesimi, örneğin inşaat sektörü emekçileri için bu söylemlerin hayatta karşılığının olmasını sağlayacak, zorunlu hizmetler hariç çalışma yaşamının askıya alınması ve ücretli izin gibi düzenlemeler yoktu. Bugünlerde ise artık hemen hemen herkes işbaşı yapmaya yönlendiriliyor. Ancak yine de, yalnızca sinemalar halen kapalı olduğu için değil, erken, aceleci “normalleşmeyle” birlikte sağlığa ilişkin riskler tekrar arttığı ve dolayısıyla olanaklı olduğu ölçüde ev-içi zaman geçirme gereksinimi kanımca halen sürdüğü için bu köşede yakın dönemden dikkat çekmemiş ve/veya unutulmuş ama anımsanmaya, anımsatmaya değer film önerileri yapmayı bu hafta da sürdüreceğim.
Şimdi geriye dönüp baktığımda, salgın döneminde pek çok emekçinin sağlıklarını, hayatlarını riske atarak çalışmayı sürdürmek zorunda olmalarını başka bir bağlamda ve hem dolaylı, hem de çapraşık olarak da olsa çağrıştıran bir film olarak belleğimde beliriyor Hollywood yapımı Kusursuz Fırtına (The Perfect Storm, 2000).
Marx komünizmi açımlarken, insanlığın toplumsal ilerlemesinin bu son aşamasını insanların canları istediği zaman gidip balık tutabilmenin keyfini çıkaracakları bir dünya olarak da betimlemişti. Kapitalizmde ise ekmek parası kazanma uğraşı içinde ‘sıradan’ emekçinin canı istediğinde balık tutmaya zaman ayırma olanağının olmamasının yanısıra, kimi emekçiler için balık tutmak ekmek parası kazanmaya indirgenmek durumunda. İşte Kusursuz Fırtına ekmek parası kazanmak için fırtınalı denizlere açılıp yaşamlarını tehlikeye atan dar gelirli balıkçıların öyküsünü perdeye getiriyor.
Öte yandan Kusursuz Fırtına son tahlilde felaket filmleri türüne, bu türün ‘denizde felaket’ alttürüne ait bir film (ve özellikle 20 yıl öncesinin olanakları ölçüsünde mükemmel özel efektleri sayesinde ‘teknik’ açıdan bu türün kalburüstü bir örneği). Felaket filmleri genellikle ‘doğaya karşı insan’ temasını işleyen filmlerdir. Doğanın devasa kudreti ve acımasızlığı karşısında minnacık kalan insanların hayatta kalma mücadelesini yüceltirler. Kusursuz Fırtına da bu temayı içermiyor denemez ama filmin kahramanlarının, kendi teknelerine sahip denizciler değil de, emeklerinin ürününün karşılığının önemli bir bölümünü tekne sahibine veren balıkçılar olması gerçekten de yönetmen Wolfgang Petersen’in dediği gibi filme -felaket filmi kalıpları içinde- bir “işçi sınıfı filmi” niteliği kazandırıyor.
Biraz aşağıda açımlayacağım üzere baş karakter olan kaptana dair temsil bir hayli çapraşık olsa da, kaptanın tayfaları ekmeğini denizden çıkartmak zorunda olan dar gelirli emekçiler. Şanslarının yaver gitmediği bir seferden yeni dönmüş bu yorgun denizciler aslında biraz dinlenmek, barda eğlenerek sevgili bulmak veya eşleriyle, çocuklarıyla zaman geçirip ilişkilerini tamir etmek arzusundadırlar. Ama yaklaşmakta olan büyük bir fırtınaya dair uyarılara karşın ikinci kez denize açılıp şeytanın bacağını bu kez kırmayı denemeleri kaptanları tarafından kendilerine önerildiğinde istemeye istemeye kabul etmeye mecbur hissederler kendilerini. Bu riskli seferde şansları önce döner gibi olur ama bu kez de teknenin buz makinası bozulur (tekne sahibi, eskimiş buz makinesini yenilemeye yanaşmamıştır). Ya avladıkları balıkların telef olmasını göze alacaklar ya da mevcut buzlar erimeden kestirmeden geri dönebilmek için fırtınanın tam ortasına dalacaklardır. Balıkçı kasabasında kadınlar, endişeli gözlerle televizyondan fırtınaya dair haberleri izlerken, denizciler açık denizde dalgalarla ölümüne bir mücadeleye girişirler...
Kusursuz Fırtına, emekçilerin geçim mücadelesine dair bir dram özelliği taşısa da toplumsal cinsel kimlikler bağlamında ise çapraşık bir film. Erkekler ekmek parası peşindeyken kadınların onların yollarını gözlemesi, belirli bir sosyal çevredeki yaşamın belirli bir anına dair sahici bir temsil olabilir. Ancak filmin çapraşık yönü yukarıda kısaca andığım üzere baş ‘kahraman’ kaptanın karakterizasyonuna dair.
Şansı yaver gitmeyip denizden neredeyse eli boş dönen Kaptan Tyne’ın tekrar denize açılmasının ardında yatan esas güdü, daha “şanslı” veya belki de daha usta ve daha zeki bir balıkçı olan kadın bir kaptana karşı kendini ispatlama isteği gibi de görünüyor. Denize açılıp fırtına riski olan yöreye rotayı çevirdiğinde ise “Şimdi oğlanlarla erkeklerin birbirinden ayrılacağı zamandayız” diyor ve yaklaşmakta olan fırtına konusunda kendisini telsizle uyarıp dikkatli olmasını söyleyen kadın kaptanı “Merak etme, anneciğim!” diye alaya alıyor. Nihayet, filmin afişinde resmi yer alan sahnede, teknesine cepheden gelen dev dalgaya karşı şöyle haykırıyor: “Gel bakalım, kaltak!”
Tayfaların emekçi yönlerinin altları çizilirken, George Clooney’nin canlandırdığı kaptan ise neredeyse haritaların kapsama alanı dışındaki sularda avlanmaya cüret eden bir ‘yalnız (ve de yakışıklı) adam’, tam felaket filmlerinin başkarakteri, doğaya karşı mücadele eden erkek tiplemesine uygun bir portre sergiliyor; böylece, trajikliğin içkin olduğu bir güzelleme içinde sunuluyor. Dolayısıyla Kusursuz Fırtına, bir işçi sınıfı dramı ile ‘cesur bir erkek’ (!?) hikayesinin içiçe geçtiği bir film. Öte yandan, muhtemelen daha başarılı bir kadına karşı kendini ispatlama saplantısının da katkısıyla tayfalarını kendi peşi sıra ölüm riskine sürüklüyor oluşu, bu trajedinin son tahlilde asıl sorumlusunun buz deposunu yenilemekten kaçınmış ve kendi hayatı risk altında olmayan patron olduğu gerçeğini değiştirmiyor.