Bu yılki Istanbul Film Festivali’nde izleyici karşısına çıkmış iki film birden dün vizyona girdi. Bunlardan Hayalet Hikayesi (Personal Shopper, 2016); hem başrolünde Hollywood yıldızlığından bağımsız sinemanın kült oyunculuğuna terfi eden Kristen Stewart’ın yeralması, hem yönetmeni Olivier Assayas’a Cannes’da En İyi Yönetmen ödülünü getirmiş olması, hem de Assayas’ın bir önceki filmi Sils Maria’nın (Clouds of Sils Maria, 2014) zamanında ülkemizde de, hakettiği üzere, çok beğenilmiş olması üzerinden büyük bir merakla bekleniyordu ve festival döneminde yoğun bir ilgi görmüş, sonuçta izleyenleri zıt kutuplarda ikiye bölerken bu kutupların bir tarafında sıkı bir hayran kitlesi oluşturmuştu. Dün vizyona giren ikinci “festival filmi” Lady Macbeth (2016) ise herhalde ödülsüz bir film olması ve yönetmeni ile başrol oyuncusunun tanınmayan isimler olmaları sebebiyle festival döneminde daha düşük bir profil sergilemişti. Oysa Lady Macbeth, albenili Hayalet Hikayesi’ne oranla çok daha dişe dokunur bir film.
Lady Macbeth, isminin uyandırabileceği ilk izlenimin aksine Shakespeare’in ünlü oyununun serbest bir uyarlaması değil, bu klasiğe gönderme yapan bir Rus romanının serbest bir uyarlaması. Şostakoviç tarafından operaya da uyarlanmış olan aynı roman, Nikolay Leskov’un Ledi Makbet Mtsenskogo uyezda’sı (1865); Andrzej Wajda dahil çeşitli yönetmenler tarafından muhtelif tarihlerde daha önce de birkaç kez filme çekilmiş. BBC televizyonu ve Britanya Film Enstitüsü’nün desteğiyle çekilmiş bir Britanya yapımı olan bu filmde ise konu, Rus romanla aynı dönemde, yine 19’uncu yüzyılda, ama bu kez İngiltere’de geçiyor. Katherine isminde genç bir kadın, taşrada toprak sahibi bir aileye gelin olarak, kayınpederinin açıkça ifade ettiği üzere, satılmıştır. Yeni evi olan malikaneden dışarı çıkması külliyen yasaklanan ve kendisiyle cinsel ilişkiye girmekten imtina eden kocasına mutlak itaat etmesi aile reisi konumundaki kayınpederi tarafından emredilen Katherine, evin erkeklerinin iş gezisinde olduğu bir dönemde çiftlikteki çalışanlardan biriyle ilişkiye geçer ve bu sevgilisiyle birlikte sefahat içinde günler geçirmeye başlar. Önce kayınpederi, ardından kocası döndüklerinde ise eski esaret günlerine dönmemek için onları öldürür. Ancak Katherine’in kendine bir matriark olarak kurduğu bu dünya, bir gün ansızın kocasının vasi olarak atamış olduğunu öğrendiği evlilik-dışı bir küçük çocuğun ve onun velisi konumundaki anneannesinin ortaya çıkmasıyla bozulacaktır..
Lady Macbeth’in tartışmaya açık ve dolayısıyla onu ilginç, dikkate değer kılan yönü, apaçık biçimde erkek egemenliğinin ve gelin olarak satılmış olmasından çıkarsanabileceği üzere kendi ailesinin, kayınpederinin ailesine oranla yoksul olması üzerinden sınıfsal egemenliğin mağduru olarak filmin başlarında empati kurduğumuz Katherine’in olaylar geliştikçe, elde ettiği özgürlüğünü ve iktidarını korumak uğruna, kolay kolay “anlayışla karşılanamayacak” edimler içine girmesi. Erkek egemenliğinin ve sınıfsal tahakkümün cisimleşmiş hali olan kayınpederin ve hatta, kendisinin de babasının tahakkümünden bunalmış olduğu anlaşılsa da babasının tasfiye edilmesinin ardından onun yerini alıp Katherine’in boyunduruk altında olacağı eski düzeni tekrar tesis etmemesi için bir sebep düşünülemeyecek olan kocanın akibetlerine üzülen izleyici pek yoktur herhalde. Ama filmin finalini açık etmeme kaygısıyla burada açıkça ifade etmeyi tercih etmesem de filmin son çeyreğinde Katherine’in bilahare gerçekleştirdiği edim, filmin başından itibaren Katherine ile empati kurmuş olduğumuz için bir hayli “zor durumda” kalan bir izleyici pozisyonu yaratıyor…
Katherine’in finalde aldığı konumu “iktidar kirletir” bakış açısıyla değerlendirmek pek doğru olmaz çünkü Katherine, elde etttiği iktidar üzerinden bir zulüm sergilemiyor, yani iktidarını daha fazla iktidar, vb uğruna istismar ediyor denemez, özgürlüğünün güvencesi olan iktidarını korumak/yeninden tesis etmek için kendince kaçınılmaz olanı yapıyor. Onu normatif olarak yargılama yönelimi içinde karşılaştığımız zorluk bizim sorunumuz, onun sorunu değil!
Öte yandan bu gerçekçi ama kurmaca anlatının bu şekilde kurgulanmış olmasının tercih edilmiş olması belki tam olarak sorunlu değil ama en azından tartışmaya açık bir başka boyutu konunun. Bu anlatı, son tahlilde “canavar kadın” imgesiyle uyumlu bir anlatım mı? Kadının iktidar elde ettiğinde canavarlaşacağına dair önyargıları mı pekiştiriyor? Böylesi endişeleri bir kalemde silemesem de, filmin “canavar kadın” imgesini pekiştirmektense sorunsallaştırdığını söylemeye daha eğilimliyim. Olsa olsa, sorunsallaştırdığı canavar kadın temsilinin alternatifini imlememesinin sorunlu olduğu söylenebilir. Ancak bu haksız olmayan tespite karşı da, herşeyi sanattan beklememenin gerektiği, sanatsal kurgusal ürünleri kurgu-dışı çalışmalarla tıpatıp aynı ölçütlerle değerlendirmenin yersiz olduğu, Habermas’ın Derrida’nın felsefe ile edebiyat arasındaki ayrımları yok sayarak felsefe eleştirisi ile edebiyat eleştirisini aynılaştırma yönelimine getirdiği kıyasıya eleştiriden ilham alarak, anımsatılabilir. Son olarak, Lady Macbeth’te “araftaki” yan karakterlerin (yani patriyarkal ve sınıfsal tahakkümün baş öznesi kayınpeder bir yana diğer yan karakterlerin); kocanın, sevgilinin ve Katherine’in yaptıklarını onaylamayan köle-vari siyahi hizmetçinin, temsilleri üzerinde de hem ayrı ayrı, hem de bu öznelerin temsiliyetinin anlatının bütününün anlamdırılması içindeki işlevleri üzerine düşünmek gerektiğini bu yazıyı daha fazla uzatmama adına not etmekle yetnmek isterim. Bütün bu zengin ve her açıdan provakatif dokusu dolayısıyla Lady Macbeth kanımca haftanın en dikkate değer filmi.