Önceki hafta yaşama veda eden emektar Yeşilçam yönetmeni Melih Gülgen’in en ses getirmiş filmi Cemil’e (1975) salt janr kalıpları açısından baktığımızda Amerikan ‘Dirty Harry’ serisinin ülkemizdeki izdüşümü olarak görebiliriz. Cüneyt Arkın’ın canlandırdığı Cemil, Clint Eastwood’un canlandırdığı ‘Dirty Harry’ tiplemesine benzer şekilde, amirleriyle arası iyi olmayan, görevini kendi koyduğu kurallara göre yapan bir polistir. Yargısız infaz yapmaktan çekinmez, örneğin ilk filmin sonlarına doğru limanda kıstırdığı kötü adamı, üzerine vinçle ağır kasalar indirip ezer. Ancak Cemil’in öykündüğü bu modelle bağlantılı bu gibi özelliklerinin ötesinde Cemil’de dönemin siyasi-ideolojik atmosferinin doğrudan izlerini kolaylıkla açıktan görmek mümkün.
1975 Türkiye’sine bir yandan Milliyetçi Cephe iktidarı, öte yandan “Ak Günlere”, “Halkçı Ecevit”, “Bu Düzen Değişecek” tarzı bir söylemle yükselen CHP muhalefeti damgasını vurmuştu. Cemil karakteri, yolsuzluklara karşı yılmadan mücadele eden, “düzenin kokuşmuşluğundan” yakınan bir polistir: “Beni huzursuz eden bu bozuk düzen. Nereye elimi atsam bir kötülük, bir çirkinlik çıkıyor. Hepsini düzeltmek istiyorum, düzeltemiyorum.” Cemil’in asıl derdi perde arkasındaki büyük suçlulara ulaşmaktır: “Kimi kandırıyoruz? Ülkemin asıl pisliği büyük patronlar yakalanmadıkça, yaptığımız polisçilik oyunu fasa fiso bence...”
Cemil’in bizzat ağzından çıkan bu replikler bir yana, filmin, Türkiye’nin içinde bulunduğu duruma bakış açısı neredeyse tamamıyla diyalogsuz bir sahnede müzik ve görüntü arasındaki çelişki ile oldukça etkileyici bir tarzda sunulur. “Bir tarih yazmış bu topraklar” dizesiyle başlayan ve nakarat bölümü “İşte bu benim halkımdır, bu benim halkım” dizesi olan, aslında övünç dolu duygular ifade eden Tanju Okan şarkısı fonda çalarken, Cemil, bir esrar tekkesindeki sefalet içindeki, perişan haldeki sokak çocukları, berduşlar ve hippilerden oluşan güruhu kederli gözlerle izlerler.
Söz konusu yıllarda gerek haşhaş sorunu, gerekse Kıbrıs müdahalesi nedeniyle Türkiye ABD ile karşı karşıya gelmiş ve ABD Türkiye’ye ambargo uygulamaya başlamıştı. Bunun sonucunda, Amerikan karşıtlığı 1960’lı yıllarda radikal öğrenci ve aydın kesimiyle sınırlıyken artık daha geniş halk kitleleri arasında yaygınlık kazanmıştı.
Amerikan sigarası ikram edildiğinde dudak büken aşağılayıcı bir ifadeyle “pöh” diye reddedip Bafra sigarası içmek Cemil’in sıkça yinelenerek vurgulanan alameti farikasıdır. Oğluna okuması için Doğan Avcıoğlu’nun Milli Kurtuluş Tarihi adlı kitabını armağan eder, Amerika’nın “yoksul ülkeleri yağmalayarak geçindiğini” anlatır. Ancak Cemil’in “halkçı” tavrı ve tutumu, “ulusal bağımsızlık” duyarlılığı, yurtseverliğin ötesinde doğrudan ve yalın biçimde milliyetçilik şeklinde tezahür eder. Cemil’in milliyetçi söylemi zaman zaman Kurtuluş Savaşı anılarından dem vursa da Osmanlı’nın cihan hâkimiyeti günlerine hayranlık ve özlem ifade eden bir hayli şoven boyutlardadır: Oğluna “bizim bir zamanlar dünyaya sahip olduğumuzu”, bugünkü pek çok ülkenin eskiden “hepsinin bizim birer küçük ilimiz gibi” olduğunu anlatır, “Biz, dünyanın en eski, en büyük milletiyiz” der. Böylece Cemil ile Cüneyt Arkın’ın daha önceki yıllarda özdeşleşmiş oduğu Malkoçoğlu ve Kara Murat tiplemeleri arasında gayri-ihtiyari olarak bir süreklilik de kurulmuş olur. Bu süreklilik ise Türkiye’deki düzen-içi konjonktürel muhalifliğin salınım potansiyeli hakkında çok şey söylemektedir.