Kanun dışı karakterlerin ‘kötü adam’ değil de başkahraman konumunda olduğu anlatılar yazılı edebiyatta da, sinemada da bir hayli popüler olagelmişlerdir. Herhalde bu geleneğin öncülü olarak sözlü halk edebiyatındaki benzer anlatıları görebiliriz. Robin Hood gibi “zenginlerden çalıp yoksullara veren” kanun dışı kahramanların cazibesini açıklamaya gerek yok. 19’uncu yüzyılın sonu ile 20’nci yüzyılın başlangıcı döneminde “ucuz edebiyatta” peydah olup popülerleşen “kibar hırsız” tiplemesi ise kısmen Robin Hood’un ardılı olarak görülebilse de kimi temel noktalarda Robin Hood’dan ayrılır. Bu “kibar hırsızlar”, Sherwood Ormanı’nda kanunun hükümdarlık alanının külliyen dışında yaşayan Robin Hood’dan farklı olarak toplum içinde “saygın” yaşam süren centilmenlerdir, hatta genellikle yüksek sosyeteye mensupturlar, yani adeta ikili yaşam süren karakterlerdir. Öte yandan “kibar hırsızlar” da “adi” hırsızlardan farklı olarak hep en zenginleri hedef alırlar. Yani Robin Hood gibi doğrudan bir sosyal adalet savaşçısı, dava adamı değillerdir, çoğu hırsızlığı “zevk” için yapar, motivasyonları yoksula vermekten ziyade zenginlerden çalabilme maharetlerini sergileme isteği gibidir.
20’nci yüzyılın en popüler eğlence mecrası olan sinema da hem doğrudan Robin Hood, en meşhur kibar hırsız Arséne Lupin gibi halk efsaneleri ve/veya “ucuz edebiyat” menşeili kanun dışı kahramanları perdeye getirmiş, hem de kendi bünyesinde modern ‘soygun filmleri’ olarak adlandırılan bir tür doğurmuştur. Soygun filmlerinin kahramanları bazen “kibar hırsızlara” benzer biçimde elit tiplerdir, bazen daha avam. Bu janrda “yoksullara vermek” uğruna soygun yapılmasına pek rastlanmaz, olsa olsa bazı örneklerde soyguncuların kendilerinin alt gelir grubundan olmaları sözkonusudur, soygunun hedefi ise genellikle bankalar, müzeler gibi anonim kurumlardır. 1930’larda Hollywood kendisinin finanse ettiği ve kendisini tabii kıldığı ‘özerk’ bir denetim kurulu üzerinden oto-sansürü -giderek esnetilecek de olsa- yaklaşık 30 yıl sürecek bir dönem boyunca kurumsallaştırdığında açıkça yasaklanan unsurlar arasında suçluların yüceltilmesi, suçluların kolluk kuvvetlerine galip gelmesi de yeralıyordu. Yani kurumsal oto-sansür sonrası serbestçe serpilecek olan soygun filmleri, tam da kurumsal oto-sansür döneminde yasaklanan unsurların üzerinden yükselecekti. Günümüzde artık Hollywood’un başarılı ticari metalarından biri halini almış olan soygun filmlerinin cazibesini nasıl açıklayabiliriz? Yukarıda not ettiğim üzere burada artık Robin Hood tarzı bir sosyal adalet davası güdülmesi pek sözkonusu değil. Hatta soygun üzerinden zengin olmayı kısa yoldan köşeyi dönmenin bir metaforu olarak görmek de belki mümkün. Öte yandan bu filmlerin, kolluk kuvvetlerinin, en varlıklı kesimlerin koruyucularının, vb’nin aciz kalışının sergilenmesinin verdiği bir hazzın üzerinden de çalıştığı kesin. Sonuçta kendisi büyük bir rant üreten eğlence endüstrisinin metalarından bekleneceği üzere mülkiyet sistemine, onun koruyucularına dönük antipatinin ehlileştirilmiş biçimlerde sunumunun sözkonusu olduğu söylenebilir.
Yakın dönemde soygun janrının yeniden popülerleşmesini sağlayan filmlerin başında Amerikan bağımsız sineması kökenli Steven Soderbergh’in George Clooney başta olmak üzere bir dizi Hollywood yıldızıyla çektiği Ocean’s 11 (2001) gelir; bir grup sempatik soyguncunun Las Vegas’daki büyük kumarhaneleri soymasını öyküleyen –ve 1960 tarihli bir filmin yeniden çevrimi olan- Ocean’s 11’in gişedeki büyük başarısının ardından Soderbergh üçer yıl arayla iki devam filmi çekecekti. Dün (Cuma) vizyona giren Ocean’s 8 ise bu serinin onbir yıl aradan sonra gelen yeni halkası ancak artık ne yönetmen koltuğunda Soderbergh oturuyor, ne de başrollerde aynı kadro var. Ocean’s 8’in temel atraksiyonu bu kez bir grup kadın soyguncunun öyküsünü perdeye getirmesi; önceki filmlerle bağlantısı ise buradaki soyguncuların liderinin, öncekilerde Clooney’nin canlandırmış olduğu soyguncunun kızkardeşi olması (filmin bir sahnesinde Clooney, bir masa üzerindeki çerçevelenmiş fotoğrafı üzerinden perdeye geliyor!).
Ocean’s 8 sözcüğün her anlamında cazip bir oyuncu kadrosunu biraraya getirmiş: saymakla bitmez ama başrolde Sandra Bullock, onun sağ kolu rolünde günümüzün en yetenekli oyuncularından Cate Blanchett, yan rollerden birinde ise popüler şarkıcı Rihanna var. Janrın formel gerekleri açısından bakıldığında, Ocean’s 8’in soyguncu ‘ekibin toparlanması’ faslını içeren giriş bölümü özellikle Bullock’un muzip performansı sayesinde bir hayli eğlenceli olsa da soygun faslının yeterince heyecanlı olduğu söylenemez; öte yandan soygunun ardından Ocean’s 8’in son çeyreğinde beklenmedik, hoş bir sürpriz geliyor ve film tekrardan nispeten ilginçleşiyor. Öykünün temel eksenine baktığımızda ise (dünyanın önde gelen lüks saat ve mücevher üreticisi/satıcısı bir şirket olan) Cartier’in kasasında 50 yıldır duran 150 milyon dolarlık antika bir elmas gerdanlığın bir grup kadın tarafından geliri aralarında pay edilmek üzere çalınmasını izlemenin keyif verici olduğunu inkar etmek mümkün değil...