Ülkemizde her hafta ortalama sekiz yeni film vizyona girerken bu hafta yalnızca dört yeni film beyaz perdelere ulaştı. Yılmaz Erdoğan imzalı Organize İşler: Sazan Sarmalı, Erdoğan’ın da dahil olduğu majör yapımcıların kısa bir süre önce karşılıklı olarak restleşmiş oldukları Mars grubuna bağlı sinemalar başta olmak üzere 400’den fazla salonda gösterime çıkarak bu yıl şu ana dek en yaygın ölçekte gösterime giren film oldu. Bu gelişme, majör yapımcılarla Mars arasındaki ihtilafın, sinema kanunundaki değişikliklerin yürürlüğe girmesinin ardından artık çözülmekte veya en azından buzdolabına kaldırılmakta olduğunun belirtisi olabilir.
Haftanın dört yeni filminden yalnızca ikisinin, Ölümcül Labirent (Escape Room) ve İskoçya Kraliçesi Mary’nin (Mary Queen of Scotts) basın gösterimleri yapıldı. Ölümcül Labirent, 2000’li yılların sıra dışı dehşet filmleri serisi Testere (Saw) filmlerine kısmen benzer bir çıkış noktasına ve anlatı izleğine sahip: Birbirleriyle bağlantısız görünen bir grup insan kapalı bir mekanda, gizemli bir kişi tarafından tasarlanmış ölümcül düzeneklerden kurtulmaya çalışıyorlar. Ancak kan-revan sahneleri üzerinden ana akım izleyicilerin tahammül sınırlarını aşan Testere filmlerinden farklı olarak Ölümcül Labirent’in “light” bir film olması bir yana, Testere filmlerinde kurbanlar söz konusu mekana kaçırılarak getirilmiş olurken, Ölümcül Labirent’tekiler ise bunun para ödüllü bir oyun olduğu şeklinde kandırılarak tutsak ediliyorlar. Öte yandan Testere filmlerinde tasarımcının amacı, tutsaklarını gizli suçlarıyla yüzleştirmek veya kendilerini ‘aşmaya’ zorlamak gibi yarı-ulvi nitelikteyken, Ölümcül Labirent’te daha konvansiyonel bir durum söz konusu.
Yine de Ölümcül Labirent, tasarımcının amacı açısından değil ama kurbanlardan birinin kendini içinde bulduğu duruma yaklaşımı açısından ilginç bir yönelime sahip. Başkarakter olan Zoey adlı genç kadın, filmin başlangıcında fizik dersinde “bir sistem, siz onu seyrederken değişmez” düsturunu paylaşarak öğretmeninin takdirini kazanıyor. Zoey’nin dahil olduğu grup, “kaçış odası” adı verilen ve ölümcül düzenekler yerleştirilmiş mekanlardan, bu odaların tasarımcısı tarafından yerleştirilmiş “ipuçlarını” bulup bunları kullanarak kaçmaya çalışırken teker teker telef olmaya başlıyorlar. Derken Zoey, bu “oyunu” tasarımcının koymuş olduğu kurallar çerçevesinde oynamaya çalışmaya devam ettikçe aslında gerçek bir kurtuluş şanslarının olmadığının bilincine vararak farklı bir uğraşa girişiyor. Bunun için de önce tasarımcının kendilerini gözlemleme aparatlarını tahrip ederek tasarımcının mutlak denetimi dışına çıkmaya yöneliyor. Açıkçası, vasatın bir tık üstü bir film içinde olsa da genelleyerek düşündüğünüzde radikal bir önerme bu...
İskoçya Kraliçesi Mary ise yaşamı daha önce de çok sayıda filme konu olmuş olan Kraliçe Mary’nin (Mary Stuart, 1542-1587) hükümdarlık öyküsünü bir kez daha beyaz perdeye taşıyan tarihsel bir drama. İskoçya Kraliçesi Mary, gerek yapım tasarımı / sanat yönetimi açısından, gerekse de özellikle başroldeki Saoirse Ronan’nın oyunculuk performansı açısından çok göz doldurucu, konusu da pek çok açıdan ilginç. Film boyunca hem İskoçya ve İngiltere’nin henüz birleşik bir krallık altında bir araya gelmeden önce birbirleriyle nasıl bir ilişki içinde olduklarına dair bazı doneler elde ediyoruz, hem de orta çağ saray çevrelerinde evlilik ilişkilerinin iktidar ilişkilerine nasıl bağımlı olduğuna dair, aslında çok yabancısı olmasak da yine de çarpıcı bir öykü izliyoruz. Öte yandan senaristlerin bu öyküye feminist bir damar nakşetme çabası ise kanımca biraz eğreti ve zorlama duruyor.