Dün (Cuma) ülkemizde gösterime giren filmler içinde en dikkate değer olanı son derece tartışmaya açık bir film olan İnsanlıktan Uzakta (Loin des hommes, 2014). Albert Camus’nun bir öyküsünden serbest biçimde uyarlanan bu Fransız yapımı, kuşkusuz çok ‘iyi yapılmış’ bir film ama ‘sorunlu’ yönleri üzerinde durmak da zorunlu ve ufuk açıcı.
Anne tarafından İspanyol asıllı ve Cezayir doğumlu olan Fransız yazar Camus’nun, Sovyetler Birliği’ne dönük hasmane tutumu bir yana, Cezayir Bağımsızlık Savaşı’na destek vermekten kaçınmış olduğu malumdur. Konusu Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nın başlangıç yıllarında geçen İnsanlıktan Uzakta kısmen ve dolaylı olarak Camus’nun özyaşamı ile paralellik gösteren bir karakterin etrafında dönüyor. Çölün ortasında (filmin orjinal adının daha doğru bir çevirisi ‘İnsanlardan Uzakta’ olsa gerek) Cezayirli çocuklara ders veren Fransız bir öğretmen olan Daru’ya bir gün bir jandarma tarafında adi suçlu bir Cezayirli teslim edilir ve onu en yakın yerleşim birimindeki Fransız adli makamlarına götürmesi emri verilir. Daru, buğdayını çalan bir akrabasını öldürmüş olan Muhammed isimli bu genç Cezayirliyi idam edileceğinden kuşku duymadığı için önce serbest bırakmaya yeltense de maktülün intikam peşindeki yakınlarının eline geçmemesi için onunla birlikte çölde zorlu bir yolculuğa çıkmak durumunda kalır. Zaten Muhammed ailesinin telef olmasıyla sonuçlanacak bir kan davasının başlamasına neden olmamak adına Fransızlar tarafından idam edilmeyi tercih etmektedir ve adli makamlara teslim edilmeye gönüllü, hatta bu konuda ısrarcıdır! Daru ise bu teslimiyetçi tutumunda dolayı Muhammed’i sürekli aşağılar ve her fırsatta onu serbest bırakmaya çalışır. Ancak yolculuk esnasında Cezayirli direnişçiler tarafından esir alınmaları Daru’nun bu niyetine set çekecektir.
Fransız sömürge birliklerinin Cezayirli direnişçilere karşı gerçekleştirdiği ve teslim olan direnişçilerin yargısız infaza tabi tutuldukları bir katliamı perdeye getiren İnsanlıktan Uzakta ilk bakışta sömürgecilik karşıtı bir film olarak görülebilir. Ancak tanık olduğu yargısız infazı Fransız komutanın yüzüne karşı eleştirmekten çekinmeyen Daru’nun Muhammed’e dönük tepeden bakan tavrı da dikkat çekici. Nitekim bir noktada Muhammed, Daru’ya “öğrencilerine de böyle bağırıyor musun?” diye sorarak onun bu üstenci tutumunu mütevazi biçimde sorguluyor. Filmin en son sahnesinde ise Daru’nun okuluna döndüğünde kara tahtaya ders konusunu Fransızca’nın yanısıra Arapça da yazmasından onun da bu yolculuktan bazı dersler çıkarmış olduğunu anlamasına anlıyoruz ama yine de filmin temel anlatısı, Daru’nun Muhammed’i kaderci tutumunu bırakmaya teşvik eden müşfik bir hamisi rolünü teyit etmekten öteye geçmiyor. Yani eli kanlı sömürgecilik eleştirilirken ‘kadife eldivenli’ bir hamilik yüceltiliyor. Hatta filmdeki bir yan motif olan Muhammed’in bekaretinin de Daru’nun onu bir geneleve götürmesiyle sonlanması bu ‘müşfik hami’ rolünü perçinliyor!
Öte yandan Daru’nun filmin en başında pek net biçimde vurgulanmasa da sonuna doğru açıkça ifade edilen kimliği bu tespiti de biraz karmaşıklaştırarak İnsanlıktan Uzakta’ya bir başka boyut katmaya yöneliyor. Daru, Cezayir’de doğmuş ve yaşayagelmiş, üstelik İspanyol asıllı bir Fransız yurttaşı, her ne kadar geçmişte Fransız ordusunda görev yapmış olsa da Fransızlar tarafından da pek saf Fransız sayılmayan bir toplumun bir bireyi. Daru’nun bu kimliği belki onu basitçe ‘eli kanlı’ sömürgeciliğin alternatifi olarak takdim edilmek üzere paketlenmiş ‘kadife eldivenli’ sömürgeciliğin katıksız bir temsili yapmıyor ama yine de doğduğu, yaşadığı ve, evet, ait olduğu toprakların kadim halkına ‘üstün’ ve onlara ‘yol gösterici’ bir özne olarak takdim edildiği gerçeğinin, dolayısıyla filmin en azından yarı-Oryantalist niteliğinin üstünün örtülmesine yetmiyor.
Dünyanın Sonu
Derneğimiz SİYAD’ın (Sinema Yazarları Derneği) onursal başkanı Atilla Dorsay, geçen hafta T24 portalındaki köşesinde o hafta vizyona giren Dünyanın Sonu (Afflicted, 2013) adlı korku filmine dair eleştirisini benim o filme dair ne düşündüğümü merak ettiğini kaydederek bitirmiş. Dünyanın Sonu, korku sinemasının ‘göstermektense ima etmeye’ yönelen damarından farklı olarak ‘ima etmektense göstermeyi’ tercih eden “öteki” damarına alışkın olmayanlar için, sayın Dorsay’ın ifadesiyle, “seyri zor, hazmı zor” bir film olabilir (her ne kadar aslında o damarın en zorlayıcı örneklerinden biri olmasa da). Öte yandan biraz da bu sayede, korku sinemasında sıkça romantize ve/veya hatta erotize edilerek temsil edilen bir canavar figürünün temsilinde çubuğun tersine bükülmesi açısından ilginç bir çalışma sayılabilir ama öte yandan ‘buluntu-görüntü’ formatının şahsen bana iyice kabak tadı veren monolog ‘lafazanlığından’ da özellikle ilk yarısında fazlaca muzdarip olması benim nezdimde en büyük handikapı.