Bu yılki Filmekimi’nde basın kontenjanı ayrılan film sayısının sınırlandırılması dolayısıyla sağlıklı bir genel, toplu değerlendirme yapma olanağı olmadığı için programdaki tek bir filme odaklanmayı tercih ediyorum. Dünya prömiyerini yaptığı Locarno Film Festivali’nden jüri özel ödülüyle dönen Britanya yapımı Ray & Liz, işsizlik sigortasıyla geçinen, iki çocuklu bir çiftin yaşamından kesitler perdeye getiriyor.
Aslen fotoğrafçı olan yönetmen-senarist Richard Billingham, bu ilk filminde kendi çocukluk anılarından esinlenmiş. Sinema (ya da herhangi başka bir sanat); ‘gerçeği olduğu gibi’ yansıtan bir mecra değildir, neyi, nasıl gösterdiği, nelere vurgu yaptığı, neye işaret ettiği açısından siyasal ve ideolojik tonlara sahiptir. Ray & Liz’in yarı-otobiyografik niteliği, belirli bir gerçek vakayı temel alıyor oluşu, onun belirli bir siyasal ve ideolojik yönelime hizmet eder niteliğini ortadan kaldırmıyor, tam tersine gölgeliyor, perdeliyor ve bu perdeleme sayesinde aslında belirli bir siyasal ve ideolojik yönelime hizmet edişi daha etkin biçimde gerçekleşiyor.
Filmin takriben üçüncü çeyreği, ailenin, anne-babası tarafından ihmal edilen, umursanmayan küçük oğlunun bu ortamdaki gerçekten de yürek burkan dramına odaklansa da Ray & Liz aslen, isminin de ortaya koyduğu üzere, sözkonusu anne-baba hakkında bir film. En başta andığım üzere bu çift işsizlik sigortasıyla, sosyal yardımlarla geçiniyorlar ve Ray & Liz onları devletin parasıyla geçinen aylak, işe yaramaz, sorumsuz, insan müsveddesi bireyler olarak sunuyor. Bu, Billingham’ın ailesi özelinde gerçekten de sözkonusu olmuş olabilir. Ancak özyaşamsal bir verinin, üstelik bir de siyasal-sosyal süreçlerle dolayımından izole edilerek (farzımuhal bu çiftin neden işsiz kalmış oldukları senaryo dışı tutularak); sunumunun, ideolojik ve siyasal olarak zaten dolaşımda olan önyargılı genellemelere eklemlenmesi, bu genellemeler ışığında alımlanması ve bu genellemeleri perçinlemesi kaçınılmaz. Ray & Liz de devletin sosyal harcamalarının kısılmasını meşrulaştırmak için dolaşıma sokulan ve dolaşımda tutulan pek çok argümanı, bu sosyal harcamalardan yararlananların itibarsızlaştırılmasına dönük demogojiler başta olmak üzere, destekler nitelikte.
Mirasçılar ve Dokunma Bana
Bu hafta vizyona giren filmler içinde en dikkate olanı, pek çok haftada olduğu gibi, ironik biçimde en sınırlı ölçekte gösterime gireni. Bu yılki Berlin Film Festivali’nde Uluslararası Eleştirmenler Federasyonu (FIPRESCI) ödülünü kazanan Paraguay yapımı Mirasçılar (Las herederas); maddi sıkıntılar içindeki ve sağlık sorunları olan, hayata küsmüş, ileri yaşlardaki bir kadının, orta yaşlardaki bir kadına yakınlık duymaya başlamasıyla hayata tekrar tutunmaya yönelmesini öykülüyor. Mirasçılar, farklı yaş kuşaklarından bireyler arasındaki duygusal/romantik/erotik ilişkileri daha sıklıkla genç ve orta yaş kuşakları arasında sunan sinemada bu minvaldeki kuşak bariyerini birkaç tık yukarıdan kurması açısından ilginç bir film. En büyük artısı ise başroldeki Ana Braun’un kendisine Berlin’de En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü getiren performansı.
Bu arada vizyon tarihi ertelenen, daha doğrusu anlaşıldığı kadarıyla önce yalnızca İzmir’de vizyona girip Istanbul ve diğer şehirlerde rötarlı olarak geçen hafta gösterime çıkan ve bu yüzden bu köşede atladığım Dokunma Bana’nın (Touch Me Not) da halen gösterimde olduğunu eklemek isterim. Berlin’de en büyük ödül olan Altın Ayı’yı kazanarak en iyi film seçilen Romanya yapımı Dokunma Bana, bir kadının kendi bedeniyle tekrar barışık olmak amacıyla gerçekleştirdiği terapik girişimleri, bu arada ileri derecede bedensel engeline karşın aktif bir cinsel yaşamı olan genç bir erkekle söyleşilerini, perdeye getiriyor ve kesinlikle son yılların en sıradışı filmlerinden biri.