Geçen yılın en beğenilen korku filmlerinden Ayin’in (Hereditary, 2018) yönetmeni Ari Aster’in yeni filmi Ritüel (Midsommar), ABD vizyon tarihine oranla birkaç hafta rötarlı olarak dün (Cuma) ülkemizde de vizyona girdi. Bir iblisin yeryüzünde hayat bulmasını amaçlayan bir tarikatı konu alan Ayin, tüyler ürpertici mizansenleriyle belleklere kazınmakla birlikte kanımca anlatısı deşifre edildiğinde erkek-egemen parametreler içinde bir korku filmiydi (*). Yaz tatilinde İsveç’teki pagan bir topluluğu ziyaret eden bir grup Amerikalı gencin başına gelenleri öyküleyen Ritüel de son derece etkileyici, sarsıcı bir korku filmi; öte yandan Ritüel’in anlatısı da Ayin’dekinden farklı bir bağlamda ve daha muğlak biçimde de olsa sorunlu veya en azından tartışmalı öğeler içeriyor.
Dani adlı genç bir kadın, “bipolar” kız kardeşinin sorunlarıyla ilgileniyor olduğundan zor bir dönem geçirmekte ve bu durum, sevgilisi Christian’la olan ilişkisini zorlamaktadır. Dani’nin kız kardeşinin anne-babalarını öldürüp intihar etmesinin ardından Christian Dani’yi, bir grup erkek arkadaşıyla birlikte İsveç’teki bir kır komününe yapmayı planladıkları geziye istemeye istemeye olsa da davet eder ve Dani’nin bu daveti kabul etmesi üzerine hep beraber yola çıkarlar. İlk başta doğal uyuşturucu maddeler kullanarak (kuzeye yakınlığından dolayı “gece” vaktinin bu mevsimde pek olmadığı bu coğrafyada) güneş altında rahat, kedersiz, gamsız tasasız yaşam süren bir hippi komününü andıran bu topluluk aslında bir takım kadim pagan gelenekleri sürdüren bir cemaattir. Dani, bir yandan bu cemaat içindeki kendinden de genç bir kadının Christian’a ilgi göstermesinden biraz rahatsızlık duyarken öte yandan ortamda çok daha tekinsiz bir durum olduğu da hissedilmeye başlanır…
Ritüel’in en büyük meziyeti, bu tekinsizlik duygusunu tırmandırmayı ustaca başarması. Üstelik tekinsizliğin ivmelenmesi yeknesak biçimde gerçekleşmiyor, yabancı öğrenciler arada beklenmedik derecede dehşet verici olaylara da tanık oluyorlar ancak Dani ve Christian dahil çoğu basiretleri bağlanmışçasına bu durumları kabulleniyorlar. Ayrıca geleneksel olarak korku sinemasının ikonografisi içinde yer alan karanlık ve karanlıkla bağlantılı herhangi bir görsel mizansene Ritüel’de yer verilmeyişini, filmin, ana gövdesini oluşturan İsveç’teki bölümünde apaydınlık, hatta ağırlık olarak güneş altındaki ortamlarda geçtiğini de not etmek gerek.
Ritüel hem konusunun ana ekseni olarak hem de bu apaydınlık görsel özelliği ile İngiliz korku sineması başyapıtlarından The Wicker Man’i (1973) apaçık biçimde model almış bir çalışma; hatta kayıp bir genç kızın akıbetini ortaya çıkarmak üzere İskoçya açıklarındaki bir adaya gelen bir polis müfettişinin bu adanın pagan halkı içinde soruşturma yürütmeye nafile biçimde çabalarken başına gelenleri öyküleyen The Wicker Man’in tabii ki yeniden çevrimi değil ama farklı mizaçlara sahip farklı baş karakterler ile ‘yeniden yorumlanışı’ sayabiliriz Aster’in bu yeni filmini.
Devam etmeden önce, bu köşedeki yazılarımda zaman zaman yapmak durumunda olduğum uyarıyı bu noktada yineleyerek henüz izlemedikleri bir film hakkındaki eleştirilerde filmin sonunun açık edilmesini arzu etmeyenlerin bu yazıyı okumayı bu noktadan itibaren bırakmaları gerektiğini not edeyim. The Wicker Man’i izlemiş olanlar için Ritüel’de olayların seyri pek bir sürpriz içermiyor, nasıl ki klasik film, polis müfettişinin yakılarak kurban edilmesiyle sonlanıyorsa Ritüel de Christian’ın aynı akıbete uğramasıyla sonlanıyor. Buradaki varyasyon, The Wicker Man’de ‘dışardan gelen yabancı’ öznenin tekil, Ritüel’de ise çoğul oluşu ve işin püf noktası şu ki, ‘dışarıdan gelen yabancı’ özne içindeki erkek (Christian) kurban edilirken aynı grup içindeki kadının (Dani) ise cemaate dahil edilerek kurban töreninde baş köşeye yerleşmesi ve hatta yakılacak kurbanı bizzat onun seçmesi!
Bu arada Ritüel’in finalinin The Wicker Man’den farklı olarak açık uçlu olma olasılığı da var. Filmin giriş bölümünde Dani’nin odasında bir ayı resminin bulunuşunu, finalde Christian’ın bir ayı postu içine konularak yakılmasıyla birleştirdiğimizde İsveç’te yaşananların belki de bir noktadan itibaren ‘gerçekte’ yaşanmamış olup Dani’nin bilinçaltındaki endişelerin ve fantezinin -bazı David Lynch filmlerindeki gibi-canlandırılmasından ibaret olması olası (keza cemaat içindeki en yaşlı çiftin törensel intiharının ve bu girişimde ölmeyen bireyin cemaat tarafından öldürülmesinin de Dani’nin kız kardeşinin intiharının ve anne-babasını öldürmesinin Dani’nin bilinçaltındaki tekinsiz bir canlandırmasından ibaret olması olasılığı gibi).
Her iki durumda da, biz Dani’nin İsveç’te gerçekten yaşadıklarını ya da fantezilerini izlemiş olalım, şayet aynı öykü İsveç’te değil de Avrupa-dışı bir coğrafyada geçiyor olsa, yani bir grup Batılı gencin Batı coğrafyası dışında bir diyarda başına bunlar gelse filmin Batı-merkezli, kültürel ırkçı, sömürgeci zihniyetin izleri taşıdığı aşikar olurdu. Öykünün İsveç’te geçmesi Ritüel’i böylesi eleştirilerden ne ölçüde muaf tutabilir? Edward Said, “oryantalizmi” eleştirel biçimde formüle ettiğinde Batı’nın spesifik olarak Orta Doğu halklarına, kültürüne, tarihine üstenci bakışından yola çıkmıştı ancak bu yaklaşımın Uzak Doğu söz konusu olduğunda da geçerli olduğuna kuşku yok. Öte yandan Batı’yı kendi içinde tekil, türdeş zannetmezsek, Batı içindeki egemen merkezlerin, Batı içindeki diğer coğrafyalara, halklara, kültürlere yaklaşımında da oryantalizmle en azından kısmi paralellikler bulmak şaşırtıcı olmasa gerek. Burada kastım yalın ve basit biçimde, “Amerikan yapımı bu film, İsveç’i “kötü gösteriyor” değil” elbette. Ancak Hristiyanlık öncesi, hatta daha da genelleyelim tek tanrılı dinler öncesi, insanlığın semavi değil doğa-merkezli inanç sisteminin, “tanrılara insan kurban edilmesi” gibi motiflerle özdeştirilmesi, düpedüz tarihte sömürgeciliğin kendini meşrulaştırma amaçlı retoriklerinin kalıntısından başka bir şey değildir. Daha iki ay önce tantanasız biçimde ülkemizde vizyona girip kaybolan Şeytanın Kapısı (The Devil’s Doorway, 2018) gibi Katolik Kilisesi’nin insanlık dışı ve neredeyse dün kadar çok yakın tarihli gerçek pratiklerine öfkenin ifadesi olan korku filmlerinin (**) yanında hala insan kurban eden paganlar sakızını çiğneyen Ritüel bana bu açıdan biraz arkaik geliyor.
Belki öküz altında buzağı aramaya benzese de Ritüel’in anlatısına daha da yakından baktığımızda bu pagan topluluğun bir başka gözle, bireyin bireysel acı, haz gibi duygulanımlarının toplumsal olarak katartik biçimde ‘paylaşılması’ biçimde ifade edilebilecek bir kolektif davranış kalıbı -ki filmin en çarpıcı, en etkileyici sahnesi, Dani, Christian’ın diğer kızla seks yapmasını gördüğündeki haykırışlarının çevresindeki kadınlar tarafından topluca, hep bir ağızdan seslendirildiği sahne- üzerinde de durmak gerek. Bu davranış kalıbı bir yönüyle bireyin belki sağaltıcı biçimde sarmalanması ama aynı zamanda özgür iradesini yitirmesi, yönlendirilmesi sürecinin de pekiştirici parçası olarak işlev görüyor. Bu ikili yönüyle baktığımızda olayın İsveç’te geçmesi çok da keyfi olmayan, manidar bir durum olarak görülebilir. İsterseniz spesifik olarak sosyal devlet deyin, isterseniz genel olarak sosyalizan kültür deyin; bireyci Amerikan öznelliğinin bu açıdan kendinden farklı bir kültürün ve/veya toplumsal yapının tam da bu açıdan farklılığına hem özlem hem de korku duyuşunun fantastik yansıması söz konusu gibi.
(*) https://ilerihaber.org/yazar/ayin-kudret-sahibi-olmak-icin-erkege-tapinmak-86322.html
(**) https://ilerihaber.org/yazar/karanlik-lanet-ve-seytanin-kapisi-taciz-magdurlari-dayanismasi-ve-katolik-kurumlarin-suclari-98328.html