Yakın ve içinde bulunduğumuz dönem Türkiye sinemasının “vicdanının” belgesel mecrasında tezahür etmekte olduğu söylenebilir. Kaygı gibi istisnai örnekleri bir yana bırakırsak kurmaca sinemamız “netameli” konulara genellikle uzak dururken, belgesel sinemamız ise toplumsal duyarlılık açısından sinemamızın yüzakı konumunda. Nitekim dün yedi filmin vizyona girdiği bu haftanın açık ara en seyre değer filmi Metin Avdaç’ın Sabahattin Ali hakkındaki biyografik belgeseli Sabah Yıldızı.
Bu hafta beş şehirde toplam yedi salon gibi sınırlı ölçekte de olsa gösterim şansı bulan Sabah Yıldızı, artık aramızda olmayan Rasih Nuri İleri gibi isimlerle de söyleşiler içermesinden anlaşılabileceği üzere aslında yeni bir çalışma değil, 2012’de tamamlanmış ve hatta o yıl tek bir salonda tek bir hafta gösterilmiş bir belgesel; bu yıl ise Sabahattin Ali’nin 110’uncu doğumyılı vesilesiyle tekrar vizyon şansını, Mars grubunun “sanat filmlerine” tahsis ettiği salonlarında yakaladı. Türkiye’nin yanısıra Sabahattin Ali’nin doğduğu Bulgaristan ve bir müddet eğitim gördüğü Almanya’da da yapılmış çekimler içeren belgesel, bu değerli edebiyatçımızın cansız bedeninin bulunup gömüldüğü Kırklaleli ormanlarında açılıyor ve daha sonra onun yaşam öyküsünü çocukluğundan katledilişine kadar yakınlarının ağzından aktarıyor, bu bağlamda bir çocukluk arkadaşıyla, öğretmenlik yaptığı dönemdeki öğrencilerinden biriyle, aile dostu Halet Çambel ile yukarıda andığım üzere R.N. İleri’yle ve tabii kızı Filiz Ali’yle yapılan söyleşiler perdeye geliyor; ayrıca Hıfzı Topuz, Zahit Atam, Altan Öymen, Korkut Boratav gibi isimlerin Sabahattin Ali’nin önemini çeşitli açılardan değerlendirmelerini de izliyoruz, bu değerlendirmeler içinde özellikle Atam’ın, Sabahattin Ali’nin de içinde bulunduğu 1940’lar kuşağı toplumcu edebiyatçıların eserlerinin Türkiye’de o dönemde sosyalist damarın oluşmasındaki katkısına yaptığı vurgu önemli.
Öte yandan Marksizmi benimsemiş olduğu ifade edilen Sabahattin Ali’nin çevirmenlik yaptığı yıllarda Aydınlanma dönemi Avrupa edebiyatı klasiklerinin çevirisine yoğunlaşıken, Marksist felsefe klasiklerini çevirmesi düşüncesine ise, biraz ‘aşamacı’ sayılabilecek bir perspektifle, Aydınlanma’yı henüz içselleştirmemiş Türkiye için “erken” olduğu gerekçesiyle karşı çıkmış olduğunun bir söyleşide aktarılması ise ayrıca dikkat çekici. Belgeselin bir eksiğinin Sabahattin Ali ile TKP arasındaki ilişkinin, ki bundan kastım muhtemelen herhangi bir ilişki yok ise de bunun sebeplerinin, her iki tarafın birbirine bakışının kurcalanlamamış olması olduğu ışında Ali’nin bu ‘aşamacı’ perspektifinin bu konuda anahtar olup olmadığı sorusu ortada kalıyor.
Bu arada Sabah Yıldızı’nın kısmen açımlamakla birlikte kanımca yeterince ışık tutmadığı bir konu ise Sabahattin Ali’nin Marko Paşa dergisindeki sert muhalif yayın politikasının içeriği. Bu bağlamda Sabahattin Ali’nin Marko Paşa’daki yazılarından daha fazla örnek aktarılsa kendisinin katledilmesine yolaçacak kadar hangi odakları ve neden öfkelendirdiği daha net duyumsanırdı. Sabahattin Ali’nin somut olarak nasıl öldürülmüş olduğu konusunda ise emekli yarbay Talat Turhan’ın, bu muhalif edebiyatçımızın yurtdışına çıkmaya çalışırken yakalandıktan sonra Kırklareli’nde emniyette işkenceli sorgu sırasında yaşamını yitirdiğine dair duyumu onun ağzından perdeye geliyor.
Sabah Yıldızı’nın en etkileyici böümlerinden biri ise Filiz Ali’nin, Cumartesi Anneleri’nin oturma eylemlerinden birine babasının fotoğrafıyla katılışına dair görüntüler. Sabah Yıldızı böylece geçmişteki acıları gündeme getirmeyi “tarihle yüzleşelim” yüzeyselliğinin ötesinde iktidarların sicili bağlamında geçmiş ile bugün arasında bir köprü kurma işlevine büründürmüş oluyor.