On günlük tatilin başladığı bu hafta sinema vizyonuna nispeten “hafif” ama seyre değer filmler damgasını vuruyor. Pek çok haftada olduğu gibi bu hafta da vizyona yeni giren filmlerin en kalburüstü olanı yine ironik biçimde aynı zamanda en sınırlı ölçekte gösterim şansı bulanı... Japonya’da geçen yıl ardarda tam üç ay gişelerde liste başında kalarak 8 milyondan fazla izleyiciyle bu ülkede yılın en çok izlenen filmi olan ve ayrıca fantastik sinemanın en prestijli festivali Sitges’te En İyi Canlandırma Filmi seçilen Japon yapımı çizgi film (anime) Senin Adın (Kimi no Na Wa, 2016); ülkemizde nihayet dün Başka Sinema zinciri üzerinden yedi şehirde toplam 13 salonda günde genellikle üç seans üzerinden izleyici karşısına çıktı.
Japon çizgi film sanatının büyük ustası Hayao Miyazaki’nin dört yıl kadar önce emekli olduğunu açıklaması üzerine çizgi filmlerin artık tarihe karışacağından endişe duyulmaya başlandığı günümüzde (*) Japon çizgi filmlerinin geleceğini dair umutları yeşerten Makato Shinkai imzalı Senin Adın, Japonya’nın kırsalında yaşayan Mitsuha adlı bir genç kız ile Tokyo’da yaşayan Taki adlı genç bir erkek arasındaki tuhaf ilişkiyi konu alıyor. Filmin başlarında Mitsuha ne bir kitapçı, ne de bir kafe bulunmayan ve kendisine arzu ettiği gibi bir gelecek için umut vermeyen kasaba yaşamından iyice bunaldığı bir gün Tokyo’da yaşayan yakışıklı bir erkek olarak dünyaya tekrar gelmeyi dilediğini ifade eder. Ve bu dileği kısmen, yarı-zamanlı olarak gerçekleşir! Mitsuha bazı sabahlar uyandığında kendini Taki’nin bedeni içinde Tokyo’da onun günlük yaşamını sürerken bulmaya, aynı anda tam tersi de Taki için sözkonusu olmaya, yani bu iki genç arasında her hafta birkaç gün her nasılsa kendi iradeleri dışında beden ve benlik takası yaşanmaya başlar…
Filmin ilk yarısı bu takasın ilginç sonuçlarını perdeye getiriyor: Taki, bedenini Mitsuha’nın benliğinin kapladığı günlerde “kadınsı” bazı davranışlar sergileyerek, çalıştığı restoranda yaşıtı olan tüm hemcinslerinin gözdesi konumundaki alımlı bir genç kadın şef garsonun ilgisini çekmeyi başarıyor örneğin. Ancak bu genç kadınla ilk randevusu, bedeninde kendi benliği olduğu bir güne denk geldiği için pek iyi gitmiyor! Senin Adın’ın toplumsal cinsel kimliklerin birbirini dışlayan tezahürleri yerine geçirgen denilebilecek tezahürlerinin daha işlevli olduğuna, yani örneğin kadınlara atfedilen davranışları dışlayarak inşa edilmiş “erkek” kimliği yerine özselci olmayan, “erkeklik” üzerinden inşa edilmemiş kimliklerin tercihe şayan olduğuna işaret ettiği bu ilk yarısı filmin en anlamlı bölümü. Bu arada Mitsuha’nın mekanının taşra, Taki’nin mekanının ise Tokyo oluşu üzerine de düşünmeye değer. “Uygarlığın” inşasından beri kadının (kontrol edilmekte güçlük çekilen, öngörülemez güçlerin at koşturduğu istikrarsız ve dolayısıyla güvenilir olmayan düzlem olarak) doğa, erkeğin ise (kontrolün tesis edildiği, öngörülebilir ve dolayısıyla güvenli düzlem olarak) uygarlık ile özdeş tasavvurunun izdüşümünü taşıyan bir eşleştirme bu. Ancak filmde bu noktadaki temsil içerisinde kadın figürünün erkeğe özenmesi dikkat çekici, Mitsuha yalnızca Tokyo’da yaşıyor olmayı arzulamıyor, ayrıca ve spesifik olarak Tokyo’da yaşayan genç bir erkek olmayı diliyor… Bu noktanın ışığında Senin Adın’ı tümden özgürlükçü/ilerici bir anlatıya sahip bir film olarak görmek zorlaşıyor erkeğe özenen kadının, sonuçta erkeği kadınsılaştırması ortada dursa da. Yani Senin Adın’da yukarıda sözedilen toplumsal cinsel kimliklerin birbirini dışlayan tezahürleri yerine geçirgen denilebilecek tezahürlerinin konulması noktasına giden yolun kadının erkeğe özenmesi ile açılması tartışmaya açık bir pozisyon.
Öte yandan Senin Adın, Mitsuha’nın benliğinin Taki’nin bedenini işgal etme fasılalarının bir müddet sonra aniden kesilmesiyle ikinci yarısında farklı bir rotaya giriyor. Taki’nin, Mitsuha’nın akibetini öğrenmek, onun izini bulmak için yollara düşmesiyle birlikte film önce muamma janrına yöneliyor, işin içinde yalnızca birer beden-benlik takası değil, zamanın akışına dair de bir karmaşa olduğu Mitsuha ve biz izleyiciler tarafından sezilmeye başlanıyor. İyi bir filmin sürprizli finalini yazılarımda açığa vurmamaya, okuyucular arasındaki potansiyel izleyicilerin müstakbel seyir keyfini sabote etmemek için özen göstermeyi ilke olarak benimsediğimi daha önce belirtmiştim, dolayısıyla Senin Adın’ın ikinci yarısını burada ayrıntılı olarak tartışmayacak, yalnızca bir müddet sonra filmin anlatısının nispeten çiğleştiğini ancak finalde ise romantizmin doruğa çıktığı çok hoş bir biçimde toparlanarak bağlandığını not etmekle yetineceğim. Senin Adın kesinlikle yalnızca çizgi film müdavimlerinin değil, tüm sinemaseverlerin ilgisini, hatta belki de iki kez izlenmeyi hakeden bir çalışma.
Şanslı Logan ve Terminatör 2
Amerikan sinemasının önde gelen yönetmenlerinden Steven Soderbergh’in ‘itilmiş kakılmış’ konumunda ama dik durma gayretinde “talihsiz” iki kardeşin bellerini doğrultma amacıyla gerçekleştirdiği bir soygunu konu alan yeni filmi Şanslı Logan (Logan Lucky); haftanın seyredeğer ikinci filmi. Eski eşi zengin bir adamla evli bir madencinin topal olduğu gerekçesiyle işten çıkarılmasının ardından, savaşta bir elini yitirmiş bir barmen olan kardeşiyle birlikte büyük bir soyguna girişmesini perdeye getiren Şanslı Logan, başkarakterin kızının okul müsameresinde günümüzün pop yıldızlarından Rihanna’nın bir şarkısını söylemekten son anda vazgeçerek babasının en sevdiği şarkı olan ‘Country Roads’u (1971) söylemeyi tercih etttiği sahnede olduğu gibi, ‘miadını doldurduğu’ varsayılanda ‘hala iş olduğunu’ vurgulayan mütevazi bir film.
Bu arada bir dönemin “gişe şampiyonu” bilim-kurgu/aksiyon filmlerinden Terminator 2: Mahşer Günü (Terminator 2: Judgement Day, 1991); 25’inci yıldönümü münasebetiyle hazırlanan 3-boyutlu sürümü üzerinden tüm dünyada olduğu gibi dün ülkemizde de (yeniden) vizyona girdi. Terminator 2’yi yıllar sonra tekrar izlediğimde, daha çok o yıllar için büyük bir teknolojk gelişme niteliğindeki djital özel efektleriyle anımsanan bu filmin, yer yer bazı ilginç değinmeler de içerdiğinin dikkatimi çektiğini kaydetmeliyim: Baş kadın karakterin hem androidi kendini bütünüyle çocuğu korumaya adadığı için “ideal bir baba” olarak gördüğünü söylemesi, hem de androidleri yaratan bilimadamlarını kastederek, “onlar, anne olmadıkları için, yaratmayı bilmiyorlar” minvalinde ayrı bir eleştiri sunması bir hayli ilginç. Özellikle de klasik bilimkurgu anlatılarının, “çılgın” (!) biliminsanların giriştiği deneyleri tanrının işine karışma, kendilerini tanrı yerine koyma gerekçesiyle eleştirdiği anımsanırsa, Terminator 2’de yaratma kapasitesinin (tanrıya değil) kadına özgü olduğundan hareketle bilimadamlarının yaratma işine soyunmalarının yanlış olduğunun imlenmesi filmin anlatısı içinde ufak ama dikkat çekici bir ayrıntı olarak kendini gösteriyor.
(*) Miyazaki’nin emeklilikten dönerek yeni bir anime için kolları sıvadığı haberi bir süre önce gelmişti