Karadeniz’in bir köyünde karşılıklı iki yamaç arası gibi, yakın olmayan mesafelerde iletişim kurmak için kullanılan “ıslık dilinden”, Burak Doğan’ın yönettiği Işıklık (2016) başlıklı kısa metraj belgesel üzerinden haberdar olmuştum. Dün (Cuma) vizyona giren Sibel de aynı yörede çekilmiş ve ilk göze çarpan atraksiyonu başkarakterinin bu ıslık dilini kullanıyor oluşu olan çok-uluslu bir ortak yapım. Ancak Sibel’in başkarakterinin ıslık dilini kullanışı, yörenin coğrafi özelliğinin doğurduğu ihtiyaçtan kaynaklı ve bununla sınırlı değil; filme adını veren Sibel, küçük yaşlarda geçirdiği bir hastalığın ardından konuşma yetisini yitirmiş ve insanlarla tüm iletişimini bu özgün ıslık diliyle kuran genç bir kadın.
Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti isimli Türk-Fransız bir çiftin, Ramata Sy ile ortaklaşa yazdıkları senaryodan beraber yönettikleri Sibel, dünya prömiyerini geçen yıl Locarno Film Festivali’nin ana yarışmasında yapmış ve bu festivalde Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu (FIPRESCI) Ödülü’nü kazanmış, Türkiye prömiyerini yaptığı Adana Film Festivali’nde de En İyi Film Ödülü’ne layık görülmüştü. Bu prestijli festival siciline karşın Sibel benim nezdimde ayrıksı bir film ortaya konulması potansiyelini gerçekleştirmekten bir dizi vahim defo dolayısıyla çok uzak kalan bir hayal kırıklığı konumunda.
Babası ile kurduğu insani ilişki dışında asosyal bir yaşam süren Sibel, günlük ev işleri ve hasat mesaisi dışındaki zamanının çoğunu ormanda, omzunda tüfeği olmak üzere tek başına dolaşarak geçirmektedir. Sibel’in hayattaki amacı, ormanda yaşadığını düşündüğü bir kurdu avlamayı başararak, kendisini dışlamış olan köy halkının gözünde itibar kazanmaktır. Derken bir gün bu kurt arayışı esnasında yaralı bir genç adamla karşılaşır ve onu ormandaki kulübesinde gizlemeye başlar. Bir asker kaçağı, hatta belki de vicdani retçi olan bu erkekle Sibel arasında çok geçmeden cinsel birlikteliği de içerecek duygusal bir yakınlaşma gerçekleşecektir.
Buraya kadar Sibel, çok iyi bir çıkış noktasına sahip gibi duruyor. Ancak film, her ikisi de farklı sebeplerle, farklı şekillerde “toplum-dışı” olan iki insanın kendilerini izole bir ortamda bir arada buldukları koşullarda aralarında gelişen duygusal ve erotik ilişkilerin seyrini derinlemesine irdeleyip perdeye getirmeye yönelmek yerine bambaşka, doğrudan ‘toplumsal-eleştirel’ bir yönelime sapıyor ve de bu uğurda klişe senaryo uğraklarına, klişe mizansenlere başvurarak bu yöneliminin hakkını veremiyor. Yanlış anlaşılmama adına biraz yineleyecek olursam, Sibel’in sorunu tabii ki hayalimdeki film olmaması değil, kendi derdini de yetkin biçimde perdeye yansıtamaması.
Taşradaki muhafazakar ‘mahalle baskısı’nın Sibel’de perdeye getirilme çabası, hiç beklenmedik bir esnada tarlada bir grup kadının bir anda Sibel’i pata küte dövmeye giriştikleri, aniden başlayıp aniden biten bir sahne gibi son derece kötü tasarlanmış ve kötü icra edilmiş mizansenlerle kendini gösterdiğinden oldukça yapay, iğreti duruyor. Yetersiz bir filmi, bariz biçimde çok daha iyi bir film ile kıyaslamaktan hoşlanmam ve kendi adıma bundan genelde uzak dururum ama bu bahiste, Ana Yurdu’nu (2015) anmadan edemeyeceğim: taşradaki muhafazakar ‘mahalle baskısı’nın yerli sinemada Ana Yurdu’ndaki gibi hem incelikli, hem derinlikli bir temsilini izledikten sonra Sibel’i hoş görmek iyice olanaksız.
Sibel’in düzeyinin yerle yeksan olduğu anlardan bir diğeri ise Sibel’in özenip bezenip, giyinip kuşanıp, kendince süslenip bir kına gecesine gitmeye yeltendiği ve burada herkesten önce kardeşi tarafından utanç kaynağı olarak karşılanıp horlandığı, aşağılandığı, kovulduğu sahne. Sibel’in kendisini dışlayan köy ahalisine meğerse dahil olmayı nasıl da arzuladığı ama heyhat bunun karşılığının hüsran olacağı bu kadar kör parmağım gözüne bir mizansenle ve bu kadar kötü icra edilmesi ancak Yeşilçam’ın en “salla gitsin” filmlerinde görülebilirdi.
Açıkçası, filmdeki (tabii ki konuşma engelli Sibel hariç) karakterlerin Karadeniz şivesiyle konuşmamaları, yani Sibel’i canlandıran Damla Sönmez’in ıslık dilini öğrenmesinde gösterilen özenin diğer oyuncuların Karadeniz şivesini kullanma pratiği edinmeleri açısından gösterilmemiş olması bile yukarıda örneklerini aktardığım defoların yanında çok tali kalıyor.
Öte yandan Sibel, Türkiye’de genç kadınlar üzerindeki toplumsal baskıyı yine yabancı gözüyle yansıtan Mustang raddesinde yabancılaştırıcı bir film değil. Her şeyin ötesinde Damla Sönmez’in performansı genelde (yukarıda andığım kına gecesi sahnesi hariç) bir hayli seyre değer. Kuşkusuz konuşma engelli, üstelik ıslık dili gibi sıra dışı bir iletişim becerisine sahip bir karakter, iyi bir oyuncunun oyunculuk yeteneğini herkes tarafından net olarak görünür biçimde sergileyebilmesi için çok iyi bir fırsat (Hollywood bağlamında “tam Oscarlık!” denilir). Sönmez de bu fırsatı iyi değerlendirmiş, hakkını vermiş, Adana’daki En İyi Kadın Oyuncu ödülünü hak etmiş. Nasıl geçen yıl Hazar Ergüçlü’nün Kar’daki performansı yılın en dikkat çeken, en yaygın biçimde takdir edilen performansı olduysa, aynısının bu yıl Sönmez’in Sibel’deki performansı için söz konusu olabileceğini -henüz yılın çok başında olduğumuz için temkinli olarak da olsa- öngörebiliriz.
Ayrıca anlatısını gam ve kasavet ile sonlandırma tuzağına düşmeyip, pozitif bir noktada bağlaması da filmin her şeye karşın benim nezdimde bir diğer artısı. Üstelik bu “bir kadının özgürleşme hikayesinde” toplumsal cinsel kimlikler açısından özselcilikten uzak durulup genç kadının özgürleşme çıkışında bir erkek/baba figürünün son tahlilde onunla dayanışma göstermesinin anlatıya dahil edilmesi de dikkate değer.
Bu ve benzeri sebeplerle, özellikle Damla Sönmez’in genelde göz dolduran performansı ve filmin insana kendini iyi hissettiren finali üzerinden Sibel’in adeta efsunlayan bir etki bırakıyor olduğu yadsınamaz. Ancak Sibel’de hikayenin çok iyi bir çıkış noktasına sahip olmasının ve başarılı başrol performansının, yer yer dikkate değer, yer yer sarkan bir senaryo ve benzer biçimde tutarsız yönetmenlik performans(lar)ıyla tam olarak heba edilmeseler de olumsuz anlamda dengelendiği de bir başka gerçek.