Bu haftanın en iyi filmi, özel sigortaya dayalı sağlık sistemini eleştiren Meksika yapımı Bin Başlı Canavar (Un monstruo de mil cabezas, 2015). Ölümcül bir hastalığın pençesindeki kocasının tedavisi için ayak sürüyen doktorlara karşı eline silah alıp kocasının tedavisini silah zoruyla sağlamaya çalışan ve bu esnada kocasına yönelik uygulamanın münferit bir kayıtsızlık değil sistemli bir şirket politikasının sonucu olduğunu keşfeden bir kadının öyküsünü perdeye getiren Bin Başlı Canavar bu yılki Istanbul Film Festivali’nde Uluslararası Yarışma’da en büyük ödül olan Altın Lale kazanmıştı. Şahsen bu yılki yarışmada favorim Eva Peron’un naaşı etrafında bir direniş anlatısı perdeye getiren Arjantin yapımı Eva’ya Huzur Yok (Eva no duerme, 2015) olmakla birlikte Bin Başlı Canavar’ı da çok takdir etmiş ve en büyük ödülü kazanmasını çok fazla yadırgamamıştım. Bin Başlı Canavar, bir ‘sistem eleştirisini’ dramatik bir silahlı rehin alma öyküsü üzerinden konvansiyonel sinema kalıpları içinde üstün başarıyla gerçekleştiren bir çalışma ancak “ağır sanat sineması” kalıplarında bir film olmamasına karşın yine de yalnızca Istanbul’da ve bu şehrimizde yalnızca üç sinema salonunda gösterime girebildi...
Bu üzücü ve düşündürücü durum karşısında, daha önce bu köşede bir başka vesileyle kısaca giriş yaptığım ama devamını getirmediğim bir konuyu artık ele almanın tam zamanı. Istanbul Film Festivali’nde gösterilen Kapalı Gişe: Türkiye’de Tekelleşen Film Dağıtımı adlı belgeselden sözettiğim yazımda bu belgeselin “içeriği”, yani “dağıtım” alanında Mars grubunun belirleyiciliğinin Türkiye’deki sinema sektörünün sorunları içindeki rolüne, payına dair belgeselin aldığı pozisyon hakkında söylenmesi gerekenleri belgeselin festivaldeki gösteriminin ardından yapılacağı vaadedilmiş (ama pek öyle gerçekleşmeyen) “foruma” ve sonraki yazılarıma sakladığımı ifade etmiştim.
Kapalı Gişe belgeseli öncelikle Türkiye’de yerli sinemada son dönemde yaşanan canlanmaya dair ‘toz pembe’ bir durumun olduğu şeklindeki varsayımı çok başarılı, ikna edici ve sahici bir şekilde yerle bir ediyor, bu satırların yazarı dahil kimi sinema yazarlarının yazılı mecralarda yıllardır ifade edegeldiğimiz yerli sinemanın izleyici sayısının yabancı filmleri geçmesinin aslında bir avuç malum yerli filmin gişe performansına dayalı olduğu gibi kimi somut gerçekleri belgeselin kendine özgü görsel-işitsel dili üzerinden çok çarpıcı biçimde perdeye getirerek çok yararlı bir işlev yerine getiriyor. Akabinde “dağıtım” alanında Mars grubunun belirleyici ağırlığını da yine çok çarpıcı biçimde sergiliyor.
Ancak bu noktadan itibaren Kapalı Gişe oldukça sorunlu bir yörüngeye kayıyor: Kısaca ifade etmek gerekirse “iyi” filmler diyebileceğimiz sinemasal çalışmaların çok az sayıda kişi tarafından izleniyor olmasının müsebbibinin dağıtım alanında Mars grubunun belirleyiciliği olduğu yargısı belgesele nüfuz etmiş durumda ve aslında bu, belgeselin es geçtiği kimi başka veriler ışığında geçerli bir yargı değil. Öncelikle belgesel, dağıtım ve işletme (salon sahipliği/işletmeciliği) mecralarını adeta aynı mecralarmış gibi zannetme/sunma yanlışına düşmüş. Ancak az yukarıda değindiğim sorun esasen bu kavram karmaşasından kaynaklanmıyor. Türkiye’deki salonların ve toplam koltuk sayısının önemli bir bölümünün tek bir grubun elinde olması kuşkusuz bu gruba kendi takdirine göre belirlediği filmleri en yaygın gösterime sunma olanağı veriyor ve bu grubun gösterime sunmaya değer bulmadığı filmlerin en yaygın gösterime girme olanağını ortadan kaldırıyor. Yani bir filmin Türkiye coğrafyası içinde sinemanın olduğu her yere nüfuz edebilmesi bu grubun takdirine bağlı. Ancak bir de madalyonun öbür yüzü var: Bu grubun dağıtıma sokmadığı (aslında daha doğru bir ifadeyle: doğrudan bu grup veya bir başka majör dağıtımcı tarafından bu grubun sahip olduğu/işlettiği sinema salonları üzerinden dağıtılmayan) ve dolayısıyla her yerde gösterime giremeyen filmler, gösterime girebildikleri salonlarda ne kadar izleyici çekiyorlar?
X filmi A grubu tarafından çok yaygın biçimde gösterime çıkarıldı ve bu kadar çok kişi tarafından izlendi, Y filmi ise B grubu tarafından sınırlı ölçekte gösterime çıkarılabildi ve şu kadar az kişi tarafından izlendi diye bir karşılaştırma yapılamaz ve böylesi bir ‘karşılaştırma’ (!) üzerinden yargıya varılamaz, bir yargıya varmak için salon başına kaç izleyici düşmüş verisini de hesaba katmak gerekir ki Kapalı Gişe belgeselinin perdeye getirmediği hesap bu. Daha açık biçimde söyleyecek olursak, “iyi film” dediğimiz ve daha çok kişinin izlemesini arzu ettiğimiz filmler az sayıda salonda gösterime çıkabiliyorlar ve bu, onların ulaşabildiği potansiyeli ciddi biçimde sınırlıyor ama gösterime çıkabildikleri salonlarda dahi doluluk oranları genellikle çok ama çok düşük; bu konuyu, ayrıntılı sayısal analizlerle, Yeni Film dergisindeki bir yazımda (*) açımlamıştım. Aslında Kapalı Gişe’de de bu gerçek bizzat ‘Başka Sinema’ zincirinin ardındaki bir isim tarafından şifahi olarak ifade ediliyor ancak belgeselin geneli tam da o sözleri duymazdan gelir bir havada cereyan ederek sürüyor ve noktalanıyor.
Kuşkusuz ülkemizde işletme ve dağıtım alanlarında mevcut (ve belgeselde çok uyarıcı biçimde işaret edildiği üzere yapım alanına dahi nüfüz etmek üzere olan) aşırı yoğunlaşma ciddi sakıncalar taşıyor ve “iyi filmlerin” daha geniş kitlelere ulaşamamasıyla da bağlantılı ve bu durumun es geçilmemesi, gözardı edilmemesi gerek. Ama öte yandan “iyi filmlerin” az sayıda kişi tarafından izleniyor olması bu olguya indirgenemez. İndirgenirse ne olur? Yeni bir yanıltıcı algı yaratılmış olur.
Yaygın gösterime giremeyen “iyi” filmlerin gösterime girdikleri salonlarda çok düşük doluluk oranlarıyla oynamaları, yani bu filmlere gösterime girebildikleri salonlarda dahi çok az sayıda izleyicinin bilet aldığı gerçeği, bu filmlerin az sayıda kişi tarafından izleniyor oluşlarının dağıtım alanındaki salon sayısı bazlı adaletsizlikten ziyade ya tanıtım alanındaki adaletsizlikten kaynaklandığına, ya da ortada daha da köklü bir sorun olduğuna veya her ikisine birden işaret ediyor. Buradan hareketle de hem “iyi” filmlerin daha çok izlenmesi için tanıtım alanında sübvansiyonlara dair ciddi bir programa ihtiyaç olduğunun altını çizip bu talebin sözcüsü ve takipçisi olmak, hem de günümüzdeki izleyici kitlesinin sinema kültürü, vb konularında ciddi tefekkür etmek gerekiyor.
(*) ‘2015’te Sayılarla Türkiye Sineması’, Yeni Film no. 39-40 (Nisan-Temmuz 2016); sf. 69-71.