Hollywood filmlerindeki ‘Amerikan propagandası’ bağlamında iki farklı yönelim sözkonusudur. Bazı Hollywood filmlerinde kaba ve bariz bir şovenizm, militarizm ve yabancı düşmanlığı görülürken, bu özelliklerin hiçbirine en azından görünürde sahip olmayan ve hatta Amerikan devletine ve/veya Amerikan toplumuna bazı açılardan eleştirel yaklaşan ama yine de son tahlilde Amerikan kimliğini yücelten filmlere de anaakım Hollywood sineması içinde rastlanır. Ülkemizde dün (Cuma) gösterime giren Casuslar Köprüsü (Bridge of Spies) bu ikinci kategoriye girebilecek bir film.
ABD’de yakalanan bir Sovyet casusunun SSCB üzerinde casusluk uçuşu yaparken ele geçirilen bir Amerikan pilotuyla 1962’de takas edilmesine dair gerçek bir tarihsel vakayı temel alan Casuslar Köprüsü’nde yönetmen koltuğuna Hollywood’un ticari açıdan en başarılı yönetmenlerinden Steven Spielberg oturmuş, Britanyalı senarist Matt Chapman’ın yazdığı senaryoyu ise Amerikan sinemasının saygın isimlerinden Coen Biraderler elden geçirmişler, filmin ikinci yarısındaki kısmi mizahi dokunuşların Coenler’in filme ‘katkıları’ arasında olduğu tahmin edilebilir.
141 dakikalık filmin ilk yarısı 1957’de Rudolf Abel ismini taşıyan bir Sovyet casusunun ABD’de yargılanma sürecini, ikinci yarısı ise beş yıl sonra bu casusun Amerikalı pilot ile takas edilişinin öyküsünü perdeye getiriyor. Her iki öykünün de baş kahramanı, Tom Hanks’in canlandırdığı James Donovan adında son derece dürüst ve ilkeli bir avukat. Abel’i savunmakla görevlendirilen Donovan’a hem kendi çalıştığı avukatlık bürosundaki patronları hem de davayı yürütecek olan yargıç, tüm dünyaya Abel’in “adil” biçimde yargılandığını göstermekle yükümlü olduklarını ama sonuçta Abel’in casusluğunun kesin ve dolayısıyla mahkümiyetinin kaçınılmaz olduğunu peşinen açıkça söylüyorlar. Gerçekten de Abel aleyhine delillerin hukuka aykırı olarak elde edilmiş olduğuna dair Donovan’ın itirazları yargıç tarafından Abel’in ABD vatandaşı olmadığı ve Amerikalılar’ın haklarından yararlanamayacağı gerekçesiyle dikkate alınmıyor. Yargılama boyunca Donovan kamuoyu nefretinin odağı haline geliyor, üstelik avukat-müvekkil arasındaki görüşmelerin mahremiyetini CIA’nın taleplerine karşın ihlal etmemesinin ardından faili meçhul silahlı bir saldırının dahi hedefi oluyor. Casuslar Köprüsü yalnızca temel öyküye içkin bu unsurlar üzerinden değil, okullarda çocuklara nükleer tehdit propagandası yapılmasının bizzat Donovan’ın oğlunu dahi nasıl paranoyak hale getirdiğini gerçekten etkileyici biçimde yansıtışı gibi yan unsurlar üzerinden de dikkate değer bir Soğuk Savaş Amerikası panoraması perdeye getiriyor. Öte yandan filmin yadsınamayacak ilginç bir özelliği ise Abel’in soğukkanlılığını bir an bile olsa yitirmeyen ve Donovan’ın saygısını kazanan bir karakter olarak çizilerek filmin neredeyse ikinci kahramanı biçiminde sivrillmesi.
Beklendiği üzere mahküm edilen ama ileride olası takas vakaları için el altında bulundurulması düşüncesiyle idam cezasına çarptırılmayan Abel gerçekten de tarihe U-2 vakası olarak geçen Amerikalıların casus uçaklarından birinin SSCB üzerinde düşürülmesinin ve pilotlardan birinin ele geçirilmesinin ardından bu pilotla takas edilmek üzere tekrar gündeme geliyor ve karşı tarafın talebi doğrultusunda bu takas müzakerelerini yürütmek Donovan’ın üstüne kalıyor. Filmin ilk yarısında Abel’in ABD’deki sorgu süreci perdeye gelmemiş ve yalnızca dövülmediğine dair kendi beyanı yansıtılmış iken bu ikinci yarısında Amerikalı esir pilotun SSCB’deki sorgu sürecinde nasıl fiziki kötü muameleye maruz kaldığını görüyoruz. Takasın gerçekleşeceği şehir olarak belirlenen Berlin’de geçen ikinci yarıda Casuslar Köprüsü ayrıca Berlin Duvarı’nın inşa edilişini de son derece dramatik sahnelerle perdeye getirmekten geri durmuyor, öte yandan Demokratik Alman Cumhuriyeti (DAC, “Doğu Almanya”) yetkililerinin takasa müdahil olma girişimleri de bir mizah unsuru olarak alaycı biçimde anlatıya yediriliyor. Kuşkusuz Casuslar Köprüsü takas sürecinin aktarıldığı ikinci yarısında da CIA’nın DAC’da hapis bir Amerikalı öğrencinin akibetini umursamaması üzerinden CIA’yı da eleştirmekten geri durmuyor, bu yan öykü bu genci de kendi insiyatifiyle kurtaran Donovan’ın daha da kahramanlaştırılmasına katkı yapıyor.
Casuslar Köprüsü, Soğuk Savaş Amerikasına getirdiği eleştirel yaklaşımı sosyalist rejimlerin olumsuz tasviriyle ‘dengelemesinin’ ötesinde Donovan ve Abel’in ilkeli tutumlarının nereden beslendiklerinin yansıtılışındaki dengesizlik üzerinden Amerikancı bir film özelliği taşıyor. Gerçekten de namuslu bir tarihsel kişilik olduğu kuşku götürmeyen (ve ileride ABD-Küba arasındaki takas müzakelerinde üstleneceği rol ile Castro’nun da güvenini kazanmış olan) Donovan’ın motivasyonunun Amerikan anayasasına içkin olduğuna inandığı değerlere sadakati olduğu hem çocukluğuna kısa bir geri dönüşle, hem de bir CIA yetkilisiyle giriştiği polemik üzerinden izleyicilere net biçimde aktarılırken, filmin saygın bir temsile layık görülen diğer karakteri Abel’in motivasyonu, Abel’i Abel yapan değerler ise tamamen boşlukta bırakılıyor.