Dün ABD ile aynı anda ülkemizde de vizyona giren Suikastçı (American Assassin); CIA’nın sınırötesi örtülü operasyonlarla yargısız infazlar gerçekleştirmesini meşrulaştırmak üzerine kurulu bir Hollywood yapımı. Yeni evlenme teklif ettiği sevgilisini İslamcı teröristlerin bir tatil mekanında gerçekleştirdiği katliamda yitiren Amerikalı bir gencin CIA tarafından devşirilerek deneyimli bir CIA ajanı/suikastçısı tarafından eğitildikten sonra onunla birlikte Ortadoğu’da göreve sürülmesini öyküleyen Suikastçı’nın bu konuda deneyimli CIA elemanının ağzından ifade ederek düştüğü tek şerh var: intikamcılık değil “vatanseverlik” motivasyonuyla hareket edilmesi gereği. Bu şerhte sözkonusu faaliyetlerin kendisine yönelik herhangi bir itiraz, eleştirellik sözkonusu değil, kastedilen yalnızca CIA katillerinin duygularının hakimiyeti altına girmeleri durumunda işlerini layıkıyla yapmalarını sağlayacak soğukkanlılıkla donanımlı olamayacaklarına dair adeta “teknik” bir uyarıdan ibaret gibi duruyor. Filmde olayların gelişimine baktığımızda yeni yetme suikastçının duygularından tam olarak sıyrılmasa da yine de örtülü operasyondan yüzünün akıyla çıktığı düşünülürse bu şerh, kıdemli/deneyimli CIA suikastçısı şahsında CIA’da vatanseverliğin belirleyici olduğunun lafzi düzeyde vurgulanarak izleyicilerin kulaklarına çalınması işlevi görüyor.
Suikastçı kumsaldaki İslamcı terör saldırısı sahnesiyle açılsa da filmin yalnızca güncel “teröre karşı savaş” ekseninde yükselmediğini not edelim; yoldan çıkmış (“vatanseverlik” duygularını yitirmiş de diyebiliriz filmin anlatısı içinde!) eski bir CIA ajanı ve nükleer silah temin etme peşinde koşan Iran “derin devleti” de “kahramanlarımızın” hedefine giriyorlar, hatta (izlenmesini önerdiğim iyi filmlerin sonunu yazılarımda açık etmem:) film, genç suikastçının nükleer silah peşindeki İran genel kurmay başkanını öldürmek üzere harekete geçmesiyle bitiyor! Öte yandan, Suikastçı’nın savunulacak hiç bir yanı kesinlikle olmasa da, filmin belki de tüm Müslümanlar, tüm İranlılar kötüdür gibi bir temsil üzerinden ırkçılık/İslamofobi suçlamalarından sıyırmak kaygısıyla, İran’ı külliyen hedef tahtasına oturtmadığını, nükleer silahların yaygınlaşmasını önleme anlaşmasına sadık/taraftar bazı İranlı figürleri de perdeye getirdiğini not edeyim.
Bu arada kısa bir bölümü Istanbul’da geçen Suikastçı’ya yansıyan Türkiye “imajına” da işaret etmek gerekli. Aslen Londra’nın bir sokağında çekilen “Istanbul” sahnelerinde görünen arabaların plakalarının 34’le değil üç haneli rakamlarla başlaması filmin bir gafı ama Istanbul’da faaliyet gösteren bir uluslararası silah kaçakçısının muhafızlığını jandarmaların yapıyor oluşunun tasavvur edilebilmiş olmasının sorumlusunun kimler olduğu açık…
O
Bu haftanın seyrededeğer filmi ise Stephen King’in aynı adlı romanından uyarlanan O (It). 1986’da piyasaya çıktığında ABD’de o yılın en çok satan kitabı ünvanını kazanan roman 1990’da iki bölümlük bir tv mini-dizisi olarak filme çekilmiş ve video mecrasında Türkiye dahil dış pazarlara da sürülmüştü. Bizzat King’in de bir hayi beğendiği o uyarlama ülkemizde de dönemin korku sineması müdavimlerinin favori video kasetleri arasında yeralırdı.
O’nun bu ilk sinema uyarlaması da iki filmlik bir proje ve dün vizyona giren film aslında romanın ilk yarısının uyarlamasından ibaret. 35 milyon dolarlık bir bütçeyle çekilen film, geçen hafta vizyona girdiği ABD’de daha ilk haftasonu gişede 123 milyon dolar hasılat elde ederek beklenmedik derecede büyük bir ticari başarı kazanmış durumda. O, bir başyapıt değil ama gerçekten de kalburüstü bir korku filmi. ABD’nin taşrasında yaşayan bir grup çocuğun kasabalarında peydah olan ve genellikle bir palyaço kılığında arzı endam eden bir canavarla mücadelelerini öyküleyen film hem bir korku filminde olması gerektiği gibi kimi korkunç mizansenler içeriyor, hem de ırkçılık, aile içi cinsel taciz ve öğrenciler arasında kabadayılık gibi bilumum dünyevi kötülüklerin içkin olduğu bir Amerikan taşrası temsili perdeye getirmesiyle dikkat çekiyor. Doğaüstü canavarın bu dünyevi kötülüklerin tam olarak bir yansıması olduğu söylenemez ama kasaba halkının, ortadan gizemli biçimde kaybolan çocuklar konusunu adeta görmezden gelerek, adeta yok sayarak gereken önemi vermemesi sayesinde canavarın kasabanın bağrına çöreklenmeye rahatlıkla devam etmesi ile kasabadaki dünyevi kötülüklerin kasaba yaşamının kendi seyri içinde devam edebilmesi arasında kuşkusuz bir paralellik var. Bu noktadan devamla, canavarın varlığını keşfetmiş olan arkadaş grubunun kendi içlerinde “her koyun kendi bacağından asılır” eğilimini bastırıp dayanışmayı ön plana çıkarmaları da takdire şayan.