Amerikan sinemasının popüler ama nispeten sıradışı yönetmenlerinden Quentin Tarantino’nun 23 yıllık profesyonel sinema kariyerinde çektiği sekizinci film olan The Hateful Eight, hiçbir yerli filmin vizyona girmediği bu haftanın en dikkate değer filmi. Tarantino bu yeni filminde kendinden pek beklenmedik ölçüde teatral bir westerne imza atmış. Filmin müzikleri ise 1960’ların spagetti westernlerinin unutulmaz müziklerini bestelemiş olan Ennio Morricone’nin imzasını taşıyor.
Türkiye dağıtımcısı tarafından Türkçe isim verilmeyen The Hateful Eight, “Nefret Edilesi / Nefret Dolu Sekiz” anlamına geliyor, dağıtımcılar filmin adındaki “hateful” sözcüğünün hem nefret edilesi, hem de nefret dolu anlamına denk gelen bir Türkçe karşılık bulmakta zorlanarak İngilizce adıyla yetinmeyi tercih etmiş olabilirler. The Hateful Eight’a Tarantino sinemasında en benzer örnek, sinemalarda vizyona giren ilk filmi olan Rezervuar Köpekleri (Reservoir Dogs, 1992). Her iki filmin ortak noktası, açılış sekansları hariç tek bir kapalı mekanda geçiyor olmaları. Ancak Tarantino’nun en uzun filmi olan The Hateful Eight 167 dakikalık süresine karşın ana gövdesi tek bir mekanda geçen bir film olarak oldukça cüretkar bir deneme ve Tarantino bu denemenin altından kalkmayı başarmış. Filmin kendisini zamanın nasıl geçtiğini hissettirmeden izlettirmesinde, oyunculuk performanslarının ötesinde Tarantino’nun diyalog yazmadaki başarısının da büyük payı var. Kimi izleyicileri zorlayabilecek husus ise filmin süresi veya teatralliği değil, orta bölümlerindeki bir geri-dönüş (flashback) sahnesinde perdeye gelen (bir erkeğin bir başka erkeğe uyguladığı) cinsel aşağılama mizanseni. Ancak bu mizansenin, içerdiği eylemlerin tüm acımasızlığına karşın bir siyahinin, Amerikan İç Savaşı’nda Kuzey ordusundaki siyahi askerlerin savaş esiri iken Güneyli bir komutan tarafından toplu infazının intikamı adına gerçekleştirilmiş olduğu şeklindeki takdimi oldukça karmaşık bir seyir deneyimi yaratıyor.
İç Savaş sonrası dönemde bir kar fırtınası sırasında bir kulübede mahsur kalan bir kaç silahlı adamın ve tutsak bir kadının gerilimli öyküsünü perdeye getiren The Hateful Eight siyasi bir bağlamda değerlendirilecekse, Amerikallar’ın birbirinden hazetmeyen, hatta birbirinden nefret eden ama aynı ülkede yaşamak zorunda olan hasmane kamplara bölünmüş bir halk olarak temsili biçiminde anlamlandırılabilir. Öykünün temel dış kalıpları ise, bir western ortamına adapte edilmiş bir Agatha Christie ‘cinayet muamması’ izlenimi uyandırıyor. Ancak ‘katil kim/ler’ faslı tamamlandıktan sonra filmin son bölümünde Agatha Christie konvansiyonları bir tarafa bırakılarak Tarantino’dan bekleneceği üzere kan-revan içinde bir şiddet patlaması yaşanıyor. Öte yandan Tarantino, Kill Bill gibi en beğenilen ürünlerinde ‘intikamcı kadın’ imgesini fetişleştirerek erkek izleyicilerin (sadist değil de) mazohist hazlarına oynamışken bu kez her açıdan tam tersi ve açıkçası oldukça itici bir minvalde filmini noktalıyor.
The Hateful Eight’ın Türkiye’de layıkıyla deneyimleyemediğimiz bir özelliği dijital teknolojiye karşı Don Kişot-vari biçimde direnen Tarantino’nun yine pelikül üzerine çekim yapmış, üstelik bu kez 35 mm bile değil, daha nadir (ve çok daha yüksek kaliteli) bir format olan 70 mm film kullanmış olması. Ancak artık neredeyse her yerde dijital projeksiyona geçilmiş olduğu için film tüm dünyada yalnızca 100 kadar sinema salonunda bu orjinal formatında gösterilebildi.
Nevişahsına münhasır bir sinemacı olarak Tarantino, dijital projeksiyonla film izlemenin televizyonda film izlemekten farkının yalnızca ekranın/perdenin büyüklüğünden ibaret olduğunu savunarak 35 mm filmin tamamen ortadan kalktığı koşullarda sinemayı bırakacağını söylemiş ve Los Angeles’ın en eski sinemalarından birini satın alarak kendisi “hayatta olduğu veya en azından hala zengin olduğu sürece” o sinemada kendi koleksiyonundaki eski 35 mm filmlerin gösterileceğini taahhüt etmişti.