Titane: Şefkatle bağlanabilmenin sağaltıcılığı

¨Sansasyonel ve hatta 'sansasyonelist' tüm yönleri bir tarafa, Titane’nin ekseninde, kayıpların telafisinde bir başkasına şefkatle bağlanabilmenin sağaltıcılığına vurgu var.¨

Bu yılki Cannes Film Festivali’nde festivalin en büyük ödülü Altın Palmiye’yi kazanmış olan Fransa-Belçika ortak yapımı Titane dün (cuma) ülkemizde sınırlı ölçekte, Başka Sinema zinciri üzerinden altı şehirde toplam 14 sinemada vizyona girdi. 

Vejetaryen genç bir kadın öğrencinin tuhaf olaylara sahne olan bir veterinerlik okulunda yamyamlaşmasını konu alan Raw (2016) adlı dehşet filmiyle adını duyurmuş olan senarist-yönetmen Julia Ducournau’nun ikinci uzun metraj filmi Titane, yine hem ana-akım sinemanın, hem de alışılmış “sanat sinemasının” dışında bir çalışma. Öte yandan Titane’yi kendi kulvarı içinde “marjinal” bir film saymak da pek doğru olmaz çünkü günümüzde “marjinal” filmlerin adeta konvansiyonları haline gelen yüksek dozda şiddet ve kan-revan, cüretkâr cinsellik, göz alıcı bir görsel doku, cazip bir müzik kuşağı gibi unsurların hepsini içeriyor, üstelik ayrıca entelijansiyada ve sosyal medyada son dönemde rağbette olan cinsel / toplumsal-cinsel kimliklerin “akışkanlığı” motifine dair çağrışımlar da barındırıyor.

Titane, küçük bir çocuğun bir araba kazası ardından kafasına titanyumdan bir levha takılmasıyla başlıyor. Söz konusu çocuğun ameliyat sonrası taburcu edildiğinde kaza geçirmiş olduğu arabaya sevgi ve özlemle sarıldığını görüyoruz. Yıllar sonra büyüdüğünde ise otomobiller eşliğinde performans sergileyen bir dansçı olmuştur. Alexia adındaki bu genç kadın, bir gece kendisini taciz eden bir hayranını öldürdükten sonra, daha önce etrafında dans performansını gerçekleştirmiş olduğu arabayla -sözcüklerle tam olarak ifade etmenin zor olduğu bir sahnede – sevişir, ardından bir dizi cinayet işler ve polisten saklanmak amacıyla erkek kılığına girerek yıllar önce oğlunu kaybetmiş bir itfaiyecinin kayıp oğlunun kimliğini üstlenip onunla birlikte yaşamaya başlar.

Bütün bunlar Titane’nin anlatısının yalnızca ¨peşrev¨ faslı. Filmin ana gövdesini ise erkek kimliğine bürünmüş Alexia ile Vincent adlı orta-ileri yaşlardaki itfaiyeci arasındaki ilişkinin seyri oluşturuyor ve kanımca filmin en etkileyici, en başarılı bölümleri bu minvaldeki bölümler ki bunda Vincent’i canlandıran Vincent Lindon’ın etkileyici performansının da büyük payı var. 

Titane’nin en sansasyonel sahnesi “arabayla seks” sahnesi olabilir ama benim nezdimde en unutulmaz sahnesi ise Vincent ve emrindeki genç itfaiyecilerin homo-erotik bir ambiyans da taşıyan kendi aralarındaki danslarına Alexia’nın da katılıp Vincent’le dans ettiği sahne. Bu dansın ardından, Alexia ile Vincent arasında Alexia’nın tek taraflı olarak inşa ettiği ve o ana dek muhafaza ettiği duvar kırılıyor, buzlar Alexia nezdinde de eriyor. Sansasyonel ve hatta ¨sansasyonelist¨ tüm yönleri bir tarafa, Titane’nin ekseninde, kayıpların telafisinde bir başkasına şefkatle bağlanabilmenin sağaltıcılığına vurgu var.

Öte yandan filmin başlangıcında Alexia’nın, kendisini taciz eden kişiyi öldürdükten sonraki diğer bir dizi cinayetinin ise anlatıda iğreti durduğunu düşünüyorum. Alexia’nın kimlik değiştirmesine vesile olması için polisten saklanması gereği, salt tacizciyi öldürmesiyle de yerine gelebilirdi. Oldukça sert şiddet sahneleri içeren ve Tarantino filmlerini anımsatan bir dizi diğer cinayet sekansı sanki salt filmdeki şiddet dozu çok yüksek olsun diye filme eklenmiş gibi. Bu cinayetlerin anlatıda yer almasındaki murat, Alexia’nın bir psikopat olarak temsiliyse bu başarılıyor ama böylesi bir temsilin anlatıya ne kattığı şüpheli; tabii filmin esas derinlikli bir karakterizasyon içinde sunulan karakterinin Vincent olduğunun açığa çıkmasına gayriihtiyari olarak hizmet etmesi dışında. 

Başlangıçtaki “arabayla seks” sahnesi ise sansasyonel ama sansasyonelist değil. Aykırı sinema diyebileceğim filmlere aşina olan sinemeseverler için burada aslında çok özgün bir izlek yok. Örneğin, insan bedeni ile metalin bütünleşmesi sonucu insan bedeninin dönüşmesinin fantastik sinemadaki çarpıcı bir sunumu on yıllar önce Tetsuo (1989) adlı Japon filminde perdeye gelmişti; hatta Tetsuo’nun açılışında da bir araba kazası yer alır ve olayların gelişiminde kilit bir rol oynar. Ve tabii ki David Cronenberg sinemasının temel takıntıları arasında, organik ile inorganiğin “yeni beden” (“new flesh”) olarak bütünleşmesinin dehşeti ve cazibesi de yer alır ve özel olarak Crash (1996), araba kazalarından ve bu arada bu kazaların insan bedenini ¨dönüştürmesinden¨ erotik haz alma peşindeki karakterlerin arayışını öyküler. Cronenberg’in bir diğer başyapıtı olan Videodrome’da (1983) “yeni beden” motifi, bir gerçeklik olarak sunulmaktan ziyade daha çok karakterlerin hayallerinde, halüsinasyonlarda, fantezilerinde deneyimlenir; Cronenberg fanteziler içindeki temsiller üzerinden tefekküre zemin sunar; Crash’in birbirlerine yabancılaşmış kahramanları bir türlü doyuma ulaşamazlar, doyuma ulaşamama durumu onları arayışlarını sürdürmekten yıldırmasa da...

Titane’de Crash’in kahramanlarının Crash’te gerçekleşmeyen fantezilerinin en uç noktasının gerçekliğe dönüştüğü bir temsil sunuluyor. Titane’nin, Tetsuo ve Crash’ın ardılı, türevi, bir anlamda sentezi olduğu savunulabilir.

Peki, Tetsuo ve Crash’in ardılı, türevi, sentezi olan ve Alexia’nın bir arabayla sevişebilmiş ve hatta bu sevişme sonucu hamile kalmış olmasında somutlaşan bu izlek, filmin Vincent’in odağında olduğu ana ekseniyle nasıl bütünleşiyor? Alexia’nın, biyolojik oğlu olmayışını, hatta erkek olmayışını Vincent’in kabullenerek ona bağlılığını sürdürmesi ile Alexia’nın hamileliğinin sıra dışılığının sonucunu da Vincent’in aynı şekilde kabullenişi üzerinden.

Cronenberg yıllar önce Crash’te araba kazası geçirmeden önce yabancılaşmış hayatlar süren, sürekli seks yapsalar da doyuma ulaşamayan bir çiftin, kaza sonrası araba kazası fetişizmine yönelmelerinin ama yine de bir türlü doyuma ulaşamamalarının buruk, hüzünlü öyküsünü izletmişti. Ducournau ise fantastik minvaldeki anlatısında hüznün yerini sağalmaya bıraktığı bir öykü sunuyor. Cronenberg, izleyicisini sorgulamaya, tefekküre yönlendiriyordu; Ducournau’nun ise yanıtı, devası hazır ve izleyiciyi kendi yanıtını paylaşmaya davet ediyor.

BAĞLILIK: HASAN

Semih Kaplanoğlu’nun yeni filmi Bağlılık: Hasan da bu hafta vizyona giren filmler arasında. Düpedüz vaaz verircesine didaktik biçimde İslami mesajlar içeren post-apokaliptik/distopik Buğday (2017) ve çalışan bir kadının kendini çocuk yetiştirmeye adamayı tercih etmemesini nedamet getirilmesi gereken bir musibet olarak sunan gerici Bağlılık: Aslı’nın (2019) ardından gelen Bağlılık: Hasan’da Kaplanoğlu bu kez önceki bu iki filminin ışığında en azından ilk bakışta beklenmedik sayılabilecek bir ürün ortaya koymuş: Bağlılık: Hasan’ın anlatısının odağında, hacca gitme arifesindeki bir karı-kocanın yaşamları boyunca nasıl “kul hakkı” yemiş olduklarının teşhiri yer alıyor. 

Bağlılık: Hasan başlangıçta, tarlasının ortasına devlet tarafından trafo yapılmasına karşı çıkan bir tarımcının, pastoral yaşam ile “kalkınmacılık” arasındaki çelişki minvalindeki öyküsü olarak şekillenecek gibi görünse de kısa sürede işin rengi değişiyor; aslında Hasan adındaki baş karakterin meyve bahçesinde tarım ilaçları kullanmasının kuşların ve kendi kedilerinin ölümüne yol açması zaten Hasan’ın pratiğinin, herhangi bir normatif dikotominin olumlu tarafına nakşedilemeyeceğinin ilk göstergelerinden. Nitekim daha sonra, karısının akıl vermesi üzerinden Hasan’ın zor durumdaki bir tanıdıklarının tarlasını ucuza kapatmasını izliyoruz. Derken Hasan ve karısına hacca gitme hakkı çıkıyor ve hacca gitmeden önce tanıdıklarından helallik istemeleri gerektiği kendilerine anımsatılıyor…

Bu konu özetinden de anlaşılacağı üzere Bağlılık: Hasan oldukça ilginç ve potansiyel olarak zengin bir temaya sahip. Ancak Kaplanoğlu’nun, bu potansiyelin hakkını tam olarak verebildiğini söylemek olanaklı değil. Filmin, yetersiz oyunculuk performanslarından, bir kabusunda Hasan’ın başına gökten elma yağması gibi çiğ mizansenlere dek pek çok zaafı var. Zaman zaman perdeye gelen geniş plan “güzel” görüntüler ise filmin anlatımının ritmi içinde organik biçimde konumlanamayarak Tarkovski, N. B. Ceylan gibi sinemacılara özenti veya gönderme niteliğinde eklentiler gibi duruyorlar. 

Ancak işin daha çok zanaat yönüne dair bu defoların ötesinde (bu defoların da katkısıyla ama onlara indirgenemeyecek ölçüde) Bağlılık: Hasan’ın eksikliği izleyicinin içine derinden işleyecek bir sızı bırakamaması, senaryonun finalde bu yöndeki çabasının ise Alzheimer hastalığı gibi zaten kendinden menkul olarak trajik bir motife yaslanması.